18 Ocak 2012 Çarşamba

İran Gezi Notları 19 Mayıs - 03 Haziran 2006


Bu çok güzel gezimiz ile ilgili aradan geçen yıllar sonunda hafızamdan silinen anılar oldu, bu yüzden bu gezi ile ilgili birlikte seyahat ettiğim gezgin arkadaşım, kankam sevgili Tezcan EFENDİOĞLU'nun notlarını sizlerle paylaşıyorum ve notlarını bloğumda paylaşma izni verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum.

Tezcan EFENDİOĞLU - İran Gezi Notları

Günler öncesinden İran gezisi için internette aranmadık site, okunmadık program bırakmadık. Geçmiş zamanlarda yapılan tüm geziler, haritalar, gezi anıları, Özcan Yurdalan’ın, Nasuh Mahruki’nin kitapları hepsi birer birer tarandı ve notlar alındı. Daha da abartıp İstanbul’daki İran’lıların bir kısmıyla görüştük. 
Şehirlerin birbirlerine olan uzaklıkları ve iklim durumları değerlendirildi.  Turistik açıdan görülmesi gereken yerlerin notları alındı, şuydu buydu derken klasörler dolusu bilgiye ulaştık. Bu bilgilerin doğrultusunda da bizim için en uygun programı oluşturmaya çalıştık.
İran’ın en kutsal kenti Meşhed’i ve Hazar kıyılarını başka bir zamana erteleyip, başkent Tahran’ı, Zerdüştlerin bulunduğu Yezd’i, şiirin, güllerin ve bülbüllerin cenneti Şiraz’ı, ve dünyanın yarısı İsfahan’ı listemizdeki başlıca gezi merkezlerimiz yaptık.

18 Mayıs 2006 Perşembe - İSTANBUL

Berbat bir trafik vardı, zar zor yetiştik havalimanına. 23:05’de kalkacak olan uçağımız hava trafiğinden dolayı 1 saat geçikmeli olarak kalktı. Havada karada her yerde trafik var artık :)

19 Mayıs 2006 Cuma – TAHRAN (TEHRAN) - KERMAN

Geçen yıl gittiğimde Iran’la Türkiye arasındaki saat farkı 1.5 saatti, ona istinaden uçaktan inince saatlerimizi birbuçuk saat öne aldık. Meğer İran hükümeti yaz tarifesinden dolayı bütün dünyada saatlerin bir saat öne alınmasını bu yıl iptal etmiş, dolayısıyla Türkiye ile aradaki fark 1.5 değil sadece yarım saatmiş. Bu arada yarım saatlik fark olan başka bir yer var mı ? Genelde 1, 2, 3 saat şeklinde olur diye biliyorum.
Bu kadar karışıklıktan sonra kaçta indiğimizi tam olarak söyleyemeyeceğim. Sanırım 03:00 gibi Tehran Mehrabad Havalimanına indik. Aynı gün 07:30 Kerman’a uçak biletimiz vardı. Biletleri İstanbul’dan İran Air’in ofisinden almıştık. Allahtan daha evvelden almışız yoksa bulamayacakmışız. Çünkü daha sonraları Tahran-Tebriz için uçak biletini iki gün aradık ama bulamadık...
İndiğimiz terminalden iç hatlara geçmek için Terminal 4’e doğru yürümeye başladığımızda gökyüzü açılmaya gün doğmaya başlıyordu... Kerman uçağımız 07:30’da, tabii bizim saatler de 1 saat önde.  Ekrandan uçuşları kontrol ediyoruz hepsinde gecikme var :) Aslında uçaklar belirlenen saatlerinde kalktılar. Ama bizim saatler bir saat önde olduğu için habire hikayeler uydurduk. “Ooo bunlar uyanıp da uçağı uçurana kadar, saat 10 olur” gibi. Meğer uçan bizmişiz :)
Bizimkiler Tahran’ı görünce biraz hayal kırıklığı yaşadılar, hiç bekledikleri gibi geride kalmış bir ülke, sımsıkı çarşaflarla dolaşan ve onların başında bekleyen devrim polisleri falan yoktu etrafta. İnsan kendi görmeyince, yaşamayınca çok inanamıyor. Karşılarında modern İran’ı görünce epey şaşırdılar, doğrusu ben de ilk gördüğümde aynı duyguları yaşamıştım...
“Ön yargıları değiştirmek atomu parçalamaktan daha zordur” Einstein.
Uçağa bir girdik ki buzhane, neyse ki yanımda polarım var. Ünal’da battaniye istedi yoksa durulacak gibi değil. Bizim uçak önce İsfahan’a inecek ardından Kerman’a devam edecekmiş. Bunu uçakta yapılan anonsdan öğrendik. Ne kadar heyecanlı olursak olalım bir o kadar da uykusuzuz. Soğuğa rağmen Kerman’a kadar uyuduk uyandık tekrar uyuduk... Uçak ne ara İsfahan’a indi, ne ara kalktı hiç hatırlamıyorum. Nihayet 11:00 gibi Kerman’a vardık. Uçaktan inerken hostlardan birisi Ünal’a “iyi uyudunuz” gibi laftlar etti...
Havalimanından tuttuğumuz bir taksiyle 15 dakika sonra Akhavan Oteline vardık. Tanışma ve pazarlığın ardından günlük 15 $ (1 kişi)’dan  yerleştik odalarımıza. Biraz  dinlenme ve lobide çay ikramının (sürekli çay ikramı vardı)’nın ardından, aynı gün şehir turu yaptık. Ulucamii, Genç Ali Han Külliyesi, Genç Ali Han Hamamı, Vekil Külliyesi, Kapalı Çarşısı ve çarşıdaki Vekil Çay Evi’nde turumuzu tamamladık. İran’da her yerde karşılaşacağımız çayhanelerden birisiydi Vekil Çay Evi. Oldukça eski -muhtemelen hamammış- bir bina, kademeli yükseklikte masalar konuşlanmış, etrafında kilim motifli yastıklar, bir köşede 4-5 kişilik mini orkestra hem çalıp hem söylüyorlar ve bir köşede de sürekli kaynayan büyükçe bir semaver. Semaverin etrafında onlarca porselen demlik ve bardakların bulunduğu mutfak...
Kermanda büyük bir Fransız turist grubu, onun haricinde başka ülkelerden de tek ya da çift gelen onlarca turist vardı...
Akşam yemeğimizi Akhavan oteli’nde yedik, çok da lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Siparişini hatırlatmak için mutfağa giden Ünal mutfağı görmemizi pek tavsiye etmedi. Yemekten sonra sokağa çıktık, manavın önünden geçerken daha evvel hiç görmediğimiz tropikal bir meyve gördük ve aldık döndüğümüzde otelde yedik ama ne olduğunu hala anlamış değiliz. Çok lezzetli birşeydi.

20 Mayıs 2006 Cumartesi – KERMAN – BAM – MAHAN – RAYN

Akşamdan ayarladığımız taksimize binmek için lobiye indik, görevliye taksimizi sorduk. O da bize saat daha çok erken falan dedi. Biz ısrar ediyoruz “hayır erken gitmemiz gerekiyor gelecekti” falan. Kadıncağaz telefonla taksiciyi aradı, adam yeni uyanmış “15 dk. sonra oradayım” demiş.
Biz saatlerimizi kontrol ediyoruz onların saatlerine bakıyoruz epey bir karışıklık var.Taksicinin, oteldeki görevlinin ve otelin duvar saati birbirini tutuyor, tabii bizim üçümüzünkü de tutuyor ama doğru değil :) Neyse saat krizi bu sabah çözüldü...
Klimalı, konforlu sarı taksimiz geldi, şoförümüz 60 yaşında kendi deyimiyle hala mert civan (genç) sevimli emekli kibar bir adam. Bu gün Mahan-Bam ve Rayn şehirlerini dolaşacağız, yollar çok düzgün ve güzel. Selda’dan mesaj geldi. Bisiklet turları iyi gidiyormuş. Ben de kısa bir durum raporu verdim, zaten tur süresince de karşılıklı raporlar gidip geldi. Ünal, şoförümüzle muhabbet etmek istedi fakat dil sorunu var. Buna rağmen çiş olayını hemen anlatmıştı :)
Mesafeler hakkında bilgi vereyim isterseniz: Kerman – Mahan 40 km, Mahan – Rayn 65 km, Bam-Kerman 190 km. Taksiye ödediğimiz para 450,000 RLS biz bunu 45 $ yani kişi başı 15$ olarak hallettik.
İran’da en fazla bu güzergahta arama, kontrol yapıldı. Daha geçenlerde bir otobüs durdurulmuş ve 12 kişi soyulup öldürülmüştü bu yolda. Bizim de en çok tedirgin olduğumuz güzergah burasıydı.
Yolda pasaport kontrolü yapıldı, bir tek Ünal’a sordular, ve şoförümüzle konuştular. Arada Türk lafı falan geçti. Türk’leri bu kadar çok seven başka bir millet henüz tanımadım.
Ünal’a bu hanımlar eşin mi diye soran çok oldu. Kimine evet, kimine hayır dedi. Hem onlar eğlendi, hem de biz :)
İlk durağımız Bam şehri. Akhavan otelinin uyanık müdürü bize Bam Kalesinin eski ve şimdiki halinin fotoğraflarını gösterip gitmemize gerek kalmadığını söylediyse de biz görmeye kararlıydık. Hakikaten de güzelim kalenin %95’i yerlebir olmuş. Harıl harıl çalışmalar vardı yakan güneşin altında ama ne zaman biter, eskisi kadar güzel olur mu bilinmez...
Bam Kalesi
Bam Kalesi – Arg-e Bem  (Derlediğim notlardan...)
Dünyanın en büyük kalesi olan yer; kerpiç, çamur, saman ve palmiye ağacından inşa edilmişti. Kale ve etrafındaki surlar 224-651 yıllarında İran’a hükümranlık eden Sasaniler döneminde yapılmış, İslamiyetin İran’a girmesinden sonra kaleyi saran surların içine bir de cami inşa edilmiş. Safevilerin yeni binalar eklemesiyle 180 bin metrekare alanı bulan kale, 1815 metre uzunluğunda, 6-7 metre
yüksekliğinde surlarla çevrilmişti. İçinde pazarlar, camiler, meydanlar, askeri kışlalar, bir kervansaray, ahırlar ve dört mevsim olarak bilinen hükümdarlara ait konut bulunan kale, aynı zamanda İpek Yolu’nun merkezlerinden biri olma özelliğini de uzun yıllar sürdürmüş. Kalenin önemi 1722’de Afgan istilasıyla azalırken, 1932 yılına kadar askeri kışla olarak kullanılmış.
Kalenin yakınında taksiden indik, 50-60 metre önümüzdeki kulübeden bir ses “Come here, come here” diye seslendi. Mecbur sese doğru gittik. Kayıt alıyorlar birçok yere gidince. Kayıtlarda genellikle hangi ülkeden geldiğin ve yaptığın iş soruluyor. Biz “Türkiye” deyince, kayıt alan gencin yüzü gülmeye başladı ve başladık Türkçe konuşmaya. Üstelik de bizden giriş parası falan almadı. Çocuk Azeriymiş, iş için buralara gelmiş. Çok sevimli birşeydi. Bize işaretlenen bölgelerin dışına çıkmamamızı ve birazdan bize rehberlik edebileceğini söyleyip  gönderdi bizi...
Kale içler acısı. Muhteşem yapının yerlebir olduğunu görmek gerçekten çok kötü bir duygu. Nasıl toparlanır eski haline gelebilir mi? biz de çok merak ettik doğrusu... Sıcakta, zor koşullarda çalışan işçilerin arasında gezinirken Azeri genç de bize katıldı. Hem kale hem de Türkiye üzerine sohbet etmeye başladık. Nasıl olduysa laf döndü dolaştı sanatçılara geldi, hep de bu muhabbet oluyor nedense. İbrahim Tatlıses ve Sibel Can için “pisim gelir” (hoşlanmıyorum), Ebru Gündeş için de “hoşum gelir” (hoşlanıyorum) deyince, Türkiye’den giderken Arzu Polatay’dan aldığım E.Gündeş kasetini kendisine armağan ettim çok sevindi.
Kaleden ayrılıp dönerken şehrin içinde kurulan pazarı görmek istedik, taksi de bizi pazarın başında biryerlerde bıraktı ve 10-15 dakika Bam'lıların arasında turladık... Pazarı gezerken omzuma dokunup “Hello Mister” diyen amcaya çok şaşırmıştım ama daha sonraki günlerde de “Hello Mister” ve hatta “Hello Mister many” deyip konuyu özetleyen bir sürü insanla karşılaşınca şaşkınlık falan kalmadı bizde.
Pazar inanılmaz renkli, yere tezgah açmış eczane, bir sürü protez dişlerin üzerinde olduğu masa ve muhtemelen masanın başındaki de dişçi, bizleri en çok şaşırtanlar arasındaydı. Pazarı dolaşıp sularımızı da yeniledik ve klimalı taksimize atlayıp geriye doğru gezimize devam ettik...
Sonunda bizim şoför muhabbeti başardı. Ünal'la birlikte ülkeler ve başkentleri konulu coğrafya muhabbeti ile hem bilgiler tazelendi, hem de muhabbet ilerledi.
Daha sonra rotayı Mahan yakınlarındaki, eski güzel kalesiyle ünlü Rayn’a çevirdik.
tarihî mahan bağı17:00 gibi ziyaretler tamamlandı ve Mahan’da Şahzade Bağı -diğer adıyla- Tarihi Mahan Bağı’nda öğle yemeği yedik. Etler bol baharatlı geldiği için yiyemedim (ama bundan sonraki siparişlerimde hep baharatsız istediğim için sorun yaşamadım). Salata – yoğurt ve ekmeğe dadandık. Mahan bağında bayağı bir vakit geçirdik. Daha sonra şoförümüz bizi daha çok gençlerin rağbet ettiği, Mahan yakınlarındaki çok güzel bir dinlenme yerine getirdi. Yuvarlak, kubbe şeklinde sazlıklardan yapılmış barakalar var. İçlerinde halı ve yastık. Biz de boş bulduğumuz birine daldık. Ünal çay sormak için barakadan çıktı, dışarıdan kahkaha sesleri geliyor, belli ki bizim çocuk çok eğlendiriyor milleti:) Neyse ki elinde kalyanla (nargile) geldi. Etrafta genç kızlar, erkekler cirit atıyor. Bizim Ünal kızlara bayıldı. Giderken dört kişi gidebiliriz belki :)
Ünal’a imrenip bir kalyan (nargile) da ben istedim, tabii kalyan muhabbeti İran’dan dönene kadar devam etti. Tiryakisi olurum falan dedim ama herşey yerinde güzelmiş.
Bu akşamki programda terminale gidip Yezd biletini sormak var. Şoföre de sorduk “bizi Yezd’e kaça götürürsün” diye. Ama bizim otel sahibine danışamadığı için – adam mafya mı ne ? - bize de cevap veremedi. Biz otobüsle gitmeye karar verdik, terminale gidip biletimizi aldık. Tam dönecekken adamın arabası arızalandı, herşey çok güzel gitmişti buraya kadar hay Allah ! Civan şoförümüz bir taksiyle bizi otelimize kadar bıraktı.

21 Mayıs 2006 Pazar – KERMAN – YEZD

Peynir, havuç reçeli, tereyağı ve omletten oluşan sabah kahvaltımızı yapıp taksiye binmek üzere lobiye çıktık, fakat taksi yok. 20 dakika kadar taksi bekledik, biraz kasıldık.
Kerman, Iran07:10 Yezd otobüsündeyiz. Süper Volvo (firmanın adı). Dünkü şoförümüz ısrarla bu firmadan bilet almamızı önermişti. Biletleri aldıktan sonra da arabası bozulmuştu L. Bunda bir hikmet var mı bilmiyoruz tabii.
Biraz otobüsümüzden bahsedeyim; mavi saten perdeler, koltuk başları kirden kararmış, orjinali sarı olan örtüler, dışı beyaz, eski bir otobüs. Otobüste bol miktarda bayan yolcu vardı ve bir çoğu da tek başına seyahat ediyordu. Benim koltuk tam otomatik. Oturuyorsun, koltuk da arkaya yatıyor. Ama klimaya diyecek yok, çok iyi çalışıyordu.
Öğlen Yezd’e vardık. Aman tanrım burası yanıyor, daha beter bir sıcak. Hemen terminaldeki klimalı bekleme salonuna daldık, eşyaları bir köşeye yığıp, sırayla tuvalete gidip geldik. Hem elimizdeki notlardan otelleri değerlendiriyorduk hem de biraz dinlenmek istedik. Zira yüreğimiz ağzımızda geldik. Yol boyunca, enteresan araç sollamalarını mı desem, neyi anlatsam bilemiyorum.  Bu sakin insanlara ne oluyor da direksiyona geçince hızlanıyorlar anlayamadık doğrusu. Neyse oteller ve restoranlar konusunda en çok yardım aldığımız kaynak Çiğdem’deki Lonely Planet’ti. Her türlü detay bulabiliyorduk onda. Tam terminalden çıkmak üzereyken, bizim otobüsün şoförü ve muavini içeri girdiler. Ünal’ın otobüste okuyup bitirdiği, özellikle otobüste bıraktığı kitabı, unutulmuş zannederek getirdiler. Ne tatlı insanlar bunlar yahu, gönlümüzde açık olan yerlerine hücum etmeye başlamışlardı iki gündür :)
Taksiciye otelin adını söyledik “biliyorum (ingilizce)” dedi ve bindik araca... Yolda sormadığı adam kalmadı. Biz “ee hani biliyordun” deyince, adam da gülerek “karıştırıyorum” gibi laflar etti ya, çok da önemli değildi. Biraz Türkçe de biliyor, 5 sene Azerbaycan'da çalışmış, komik, eğlenceli, ama saf bir adamdı...
Kitaptan bulduğumuz Beheşti Meydanı’ndaki Farhang Otel’e vardık. Odalara bakıldı. Biz çiftkişi kaldığımız için bize daha uygun gelen fiyatlar (çift kişilik oda 25 $),  tek kalan Ünal’a biraz fazla geliyordu tabii. Buralara gelmeden evvel konuştuğumuz onlarca kişiden birisi de İlayda Uçar’dı. Bize bayağı bilgiler vermişti. Onun bahsettiği kaldığı otele (Amir Cakmak Guest House) de baktık bir ara. Klima olmadığı için ilk gittiğimiz otelde kalmaya karar verdik. Yerleştik odalara ve hemen dışarı çıkıp şehir turumuza başladık.
Dünyanın en eski şehri diye bilinir Yezd. İran’ın islam öncesi inancı olan Zerdüştlerin bugün de yaşadıkları şehir. Gerçi çoğu Hindistan’a gitmiş oraya yerleşmiş ve Parsiler diye bir grup oluşmuş. Kalan Zerdüştler ise küçük bir azınlık olarak bu şehirde yaşıyorlarmış.
Marco Polo’nun “Soylu Kenti”ni ve İran’ın en sıcak şehrini –mayıs olmasına rağmen- gezmeye başladık. Kavurucu sıcaklar bile şehre hayran kalmamıza mani olamadı.
Öğlen karpuz yemek istedik. Bir de kitaplar yazıyor: İran’da mutlaka karpuz yiyin, çok güzel falan... Yolda bulduğumuz küçük bir manavdan karpuz aldık, kestik ama kabak L. Kötü çıkan karpuzu çöpe atarken tam karşıdaki manav gördü ve ona da gösterdim kelek çıktığını. Biz çeşmenin yanındaki bankta otururken bir anda yolun karşısından gelen manav amcayı gördük, elinde de bir karpuz. Karpuzuyla yanımıza geldi, işaret diliyle bana “karpuzu sen seçtin ben vermedim, bunu kes eğer iyi çıkmazsa para verme, ama beğenirseniz şu kadar para (cebinden çıkardığı parayı göstererek) verin dedi. Yahu şu İran’lılar inanılmaz insanlar, kaç yaşındaki adam sıcakta üşenmeyip elinde karpuzla gelmiş karşımıza artık ne çıksa boş göndermeyecektik. Karpuza da diyecek yoktu hani inanılmaz lezzetliydi...
Gezdiğimiz yerlerden birisi de Su Müzesi (İlayda da çok önermişti görmemizi). Müze suyun nasıl toplandığını, şehre suyu nasıl verdiklerini anlatan fotoğrafların bulunduğu oldukça serin bir mekan.

22 Mayıs 2006 Pazartesi - YEZD

Önce Ateşkade ziyareti yapıldı. Herkese açık, tek katlı önünde bahçesi olan mütevazi bir yapı. İçeride 470 yıldan beri yanan ateş var. Bu tapınaktaki kutsal ateş, insan eli ve insan nefesiyle hiç temas etmeden sürekli yanıyor. Ateş rahipleri diye bilinen din adamları, ateş odalarına eldivenlerle ve ağızlarını kapatarak giriyorlar. Kutsal kitaplarının adı Avesta Zend ve ateşin kutsallığına inanıyorlar.
Ateşgah ziyaretinin ardından, sessizlik kulelerine gitmek üzere Ateşgah’ın karşısına geçip taksi bekledik. Önümüzde duran taksilere ne desek kimse anlamıyor. Çiğdem’in elindeki kitapta bulunan krokiyi gösteriyoruz yine anlaşılmıyor. Durakta araç bekleyen başka kızlar vardı onlara bendeki haritayı gösterdim. Kendi aralarında biraz konuştuktan sonra bizim nereye gideceğimizi söylediler (Meyduni Atlasi). Daha sonra da gelen taksiye kendileri bir güzel tarif verip bizi uğurladılar, fiyatını bile sordular.
Zerdüştlük inancında;
- Ölü bedenleri toprağa gömmek, beslendiğimiz toprağı kirtletmektir.
- Ölü bedenleri yakmak, soluduğumuz havayı kirletmektir.
- Ölü bedenler, toprağa dokunmadan doğaya, gökyüzünün yırtıcı kuşlarına terk edilmelidir.
Bu inanç sebebiyle, yüzyıllar önce şehrin biraz dışındaki iki tepenin üstüne biri büyük, diğeri küçük silindirik kule yapılmış. Ölüler, dinsel törenden sonra buraya bırakılıyormuş. Sessizlik kuleleri devrimden sonra kapatılmış, kapılar örülüp sıvanmış.
Sessizlik kuleleri gezildi. Saat 11:30 ve buradan aynı taksiyle Devletabad Garden’e geçildi. Biz taksiye 30.000 vermeyi planlarken, adam bizden 45.000 R. istedi, verdik tabi ki.
Ardından Jame (Cuma) camiine gittik, camiyi gezerken Hollanda’da yaşayan Türk genciyle karşılaştık, muhabbet ettik. Davetli olarak ünlü bir profesörün asistanı ünvanıyla, 10 kişilik bir üniversite grubuyla gelmişler. Kitaplardaki adıyla Kebir Ulucamii, “İran’ın en değerli eserlerinden, daha doğru bir ifadeyle, gerçekte bir mimarlık hazinesidir” diye geçiyor.
Camii sonrası kahverengi levhaları takip ederek Seyid Rükneddin camiini bulduk hemen. Sonra da halı teşhir salonuna daldık. Çay içtik ve halı fiyatları hakkında fikir edindik. Bizden daha ucuzmuş.
14:30 Öğlen yemeği için Silk Road Hotel’deyiz. Orta halli güzel bir otel. Turistler çoğunlukla burayı tercih ediyorlarmış. Hem sessiz hem de tarihi alanın ortasında bir otel.
Bundan sonraki durağımız Şiraz. Otelden otobüs saatlerini sordurduk, ertesi gün 20:30 denmişti. Bugün biletleri almak için Seyro Safar’a gittik, akşam 18:00 dedi. Anlaşılan saatler konusunda hala bir düzlüğe çıkmış değiliz :). Kıllandık bu işten, oteldeki resepsiyon görevlisine sorduk, 20:30 dedi. Haydii, sokağa çıktık en az üç kişiye daha bileti gösterip saati latince yazmalarını istedik. En son eczacı da doğrulayınca 20:30 olarak inandık.
Sokak sokak dolaşırken başka bir çayhane daha bulduk. Yolda Rıza’yı da gördük, nam-ı diğer Çatı Rıza, :) ama pas vermedik. Birgün evvel karşılaşmıştık kendisiyle. Gelen turistleri çatıya çıkarıp kendisinin İran’ın şarkıcılarından olduğunu anlatıp, şarkı falan söylüyor, sonra da para istiyor. Dün Rıza Ünal’ı yakalayıp atölyesinin üst katına çatıya çıkardı, biz de bu sırada aşağıda bekliyoruz. Ünal çatıdan manzaranın çok güzel olduğunu bizim de görmemiz gerektiğini söyleyince, biz de çıktık yukarı. Rıza yalakalık ve misafirperverlik arası, kendi çapında bize şehri tanıtmaya çalıştı. Bakti ki biz çok memnun kalmadık, ardından şarkı söylemeye başladı.  Çiğdem’le ben iki adımda aşağı indik, daha fazla dayanamazdık. Garibim Ünal sonuna kadar dinledi herhalde ve hatta kurtulmak için para bile vermiştir.
Neyse, laf dağılmadan devam edelim. Çayhaneye doğru giderken daracık koridorlarda 5 tane büyük motor gördük. Anlaşılan o ki, daha yeni park etmişler ve kasklarını montlarını çıkararak önümüzde ilerliyorlardı. Aaa bir de ne görsek ? 34 plaka bunlar. Biz birbirimizle konuşurken önümüzdekiler de şaşırdılar. Yorgunlukları her hallerinden belli olan motorlu grup da bizi gördüklerine çok sevinmişlerdi. Bizim gittiğimiz çayhane aynı zamanda onların kaldıkları otelmiş meğer. Onlarla bir iki yarenlik ettikten sonra odalarına çekildiler. Dört gündür yolda olduklarından, Tebriz-Tahran yaptıklarından bahsettiler. Bizler de çayımızı içip saat 19:00 gibi bu güzel mekana veda ettik...
Otele döndük, taksi çağrıldı ve akşam 20:00’ye doğru terminale vardık. Dikkatimi çekti, İran çok temiz bir ülke, sokaklar çok temiz, terminaller pırıl pırıl, insanlar sigara içmiyor, yere çöp atan yok. Gün geçtikçe bu insanlara sevgim, saygım artıyor.
Şiraz otobüsümüz tam vaktinde, 20:30’da kalktı. Bir süre sonra şoför otobüsü durdurdu, servis yaptı ve daha sonra yoluna devam etti :). Bir süre film seyredildi. Boş koltuklardan birine geçmek için arka koltuklara gittim, ama gitmez olaydım; bayılacaktım kokudan. Gece 04’te Şiraz’a vardık, hemen bir taksi bulup listemizdeki otele gittik. Ama otel dolu, hatta kapı bile kapalıydı. Yanındakilerden birisine gittik adam tek oda için 60.000 R. istedi. “Yuh” deyip ayrıldık oradan. Komisyonunu sağlama bağlamak isteyen kibar taksi şoförü de bizimle dolaşıyor bu arada. Sonunda Apart otel bulup, kısa bir anlaşma ile yerleştik otele. (Hadish Hotel) Sabah 05’e doğru sızdık...

23 Mayıs 2006 Salı – ŞİRAZ – Kerimhan’ın Mekanı

Sabah 09:00 gibi uyanıp kahvaltıya indik. Kahvaltımız çok güzeldi: Bal, peynir, reçel, yumurta, tereyağı, domates ve çay. Eee daha ne olsun ? Bugün yol yorgunu olduğumuz için şehiriçi gezi programı yaptık. Şiraz’da gezilecek çok yer var. Otelimiz şehrin tam göbeğinde, yürüyerek her yere gidilebiliyor.
İlk durağımız Hocca-i Şirin Şah-ı Çeragi Türbesi; Şia inancının önemli imamlarından İmam Rıza’nın kardeşi Seyid Mir Ahmed’in anısına 14 yy’da inşa edilmiş. Şiiler için önemli bir haç yeri.
Çiğdem ile ikimize çadorla girmemiz konusunda uyarıda bulundular. Girişte soldaki bir kulübeden isteyenlere çador veriliyordu. Bize de “Müslüman mısınız ?” diye sordular. Biz de Türk ve müslüman olduğumuzu söyleyince memnuniyetle verdiler .
Çador; çarşaf gibi birşey, sadece siyah değil, bir sürü rengi vardı, ama çoğunluk siyah. Sarındık çadorlarımıza ve önce muhteşem ana kapıdan, ardından da Mir Ahmet’in mezarının bulunduğu camiye – türbeye girdik. Tıpkı Suriye – Şam’daki Hz.Zeynep’in türbesi gibi ayna parçaları ve avizelerle süslenmiş. Mezarın süslemelerinde altın ve gümüş kullanılmış, inanılmaz güzellikte bir mekan. İçerisi tıklım tıklım. Mezarına dokunmak için sırada bekleyen, sessiz ya da hıçkırıklarla ağlayan hanımlar. Kimileri ellerindeki kuranları okuyor, kimileri duvarlarda asılı olan -muhtemelen dua- çerçeveli yazıları okuyor. Tarif edilemez bir atmosfer vardı içeride.
Şah-ı Çeragi’den ayrılıp, yürüyerek Vekil çarşısına ve Saray-ı Müşhir Bedesteni’ne dalıp dükkanları dolaştık ve Vekil Çayevi’ne daldık. Çayhanede biraz dinlendikten  sonra birkaç cami ve bahçe ziyaretlerimizi de yapıp, Kerim Han Kalesi’ne doğru yürüdük.
Şiraz Kalesi ya da Kerim Han adıyla anılan Kale, yüksek tuğla duvarları ve dört köşesindeki silindirik kuleleriyle, tipik bir masal kale. Şehrin tam ortasında.
Akşam 19:00 gibi Hafız’ın kabrine gittik. Sırlar tercümanı olarak da anılan Hafız, Fars Edebiyatının önemli isimlerinden birisidir. Büyük bir bahçenin ortasında bulunan kabrini ziyaret ettikten sonra, aynı bahçedeki meşhur, turistik çayhaneye girdik. Çoğunlukla gençlerin ve turistlerin rağbet ettiği çayhane tıklım tıklım doluydu. Çayhanedeki otağlardan birisine yerleşip çayımızı ve nargilemizi içerken, Çiğdem, Alman turistlerle ilgili bir espri yapınca gülmekten nargileyi Ünal’ın üstüne devirdim. Bundan sonra nargile içerken espri yapılmayacaktı çok tehlikeli oluyor :).
Hafız’ın kabrinden çıkıp Dervaze-i Kuran’a doğru giderken, yolda güzel Türkçe konuşan genç bir kızla tanıştık. Yakındaki çok güzel bir bahçeyi de, onun sayesinde dolaşmış olduk. Kitaplarda adı geçmiyor. Yeni ve oldukça düzenli bir bahçe. İran’da bağ, bahçecilik çok önemli.
Bahçeden çıkıp bir taksiyle Dervaze’i Kuran (Kuran Kapısı)’a gittik. Burası da Şiraz’ın sosyal yaşamının bir parçası olmuş. Biraz daha yukarıda da Hacı Kirmani’nin yıllarca yaşadığı, şiirler yazdığı mağara, manzaralı bir tepenin yamacında. Şimdiyse çayhane olarak hizmet vermekte. Mağaranın biraz aşağısında da Hacı Kirmani’nin mezarını ziyaret ettik. Sadi ve Hafız’ın hocası olan bu büyük ustanın mezarının çok uluorta olması biraz üzmüştü beni. Ama belki de kendi vasiyetidir kim bilir ? Bizim Aziz Nesin de kendi mezarının belli olmasını istememişti mesela, onun gibi birşey olabilir...
Gezi sırasında 4-5 İran’lı gençle tanıştık, bir-iki muhabbet, telefon alışverişleri yapıp, bir taksiyle apart otelimize geçip yarım kalan uykumuza devam ettik. Zira ertesi gün de erken kalkmalıydık, Persepolis ve Pasargade gezisi vardı.

24 Mayıs 2006 Çarşamba – ŞİRAZ – PERSEPOLİS – PASARGADE

Sabah 10:30 gibi Pers turizm acentasından ayarladığımız klimalı aracımızla, Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis’e doğru yola çıktık. 35 $’a 4 kişilik bir araçtayız. Çiğdem ile bu sabah ajansa gittiğimizde Fransız Frederic de tek başına gelmiş, tur araştırırken, acenta görevlileri bize katılıp katılamayacağını sormuştu. Biz de kabul etmiştik.
(Persepolis hakkında bilgi)
·         İ.Ö. 512 yılında imparator Büyük Darius (Pers Kralı) tarafından yapımına başlanan ve daha sonra yine İ.Ö. 323 yılında Büyük İskender’in dünyayı fethetmeye çıktığı seferi sırasında yerle bir ettiği Persepolis, bugün tüm Ortadoğu’nun en ilgi çekici arkeolojik bölgelerinden biri.
  • Mervedeşt Platosu’nun doğu ucunda, oldukça geniş, sulak ve bereketli topraklarda, 450x300 m büyüklüğünde bir alan üzerinde kurulu Persepolis yer alır.
  • İran’ın tarihi hakkında elde edilen önemli kaynaklara göre, kraliyet binaları, tören salonları, hazine, depolar ve ahırlardan oluşan bu saray topluluğunun yapımı yaklaşık 150 yıl sürmüştür.
Persepolis ziyaretinin ardından Pasargade, Nakş-ı Cemşid ve Nakş-ı Recep ziyaretleri yapıldı. Akşam çok güzel bir yere yemeğe gittik, yine Çiğdem’in kitabından bulmuştuk (Shater Abbas Restaurant). Ekmeklerini bile kendileri yapıyorlardı. Kişi başı 90.000 R ödedik. Tabii Frederic de hala bizimle :). Restauranttan çıktığımızda biraz yürümek farz olmuştu, mideleri rahatlatmak gerekiyordu. İrem Bağı’na doğru yürüdük, ancak 18:00’de kapanıyormuş. Frederic kitaptan bir çayhane buldu, yönümüzü oraya doğru çevirdik. Çayhanenin içinde hep erkekler vardı, biz dışarıda bir masa kurduk ve çay içtik. Geç vakitlerde otele döndük ve sızdık, çok yorgunduk artık.

25 Mayıs – Perşembe – ŞİRAZ

Bugün de biraz geç uyandık. Ünal bugün Marvadesh’e gideceğini bildirdi, biz de Çiğdem ile listede kalan yerleri dolaşmak üzere otelden ayrıldık. İlk durağımız dün akşam kapalı olan İrem Bağı, giriş 40.000 R., tabii haricilere (turistlere). Pek de görülecek birşey yoktu ya, gitmiş olduk en azından.
İrem Bağı’ndan ayrılıp, kapıdan bir taksiyle merkeze en uzak noktalardan birisi olan Sadi’nin yerine gittik. Sadi de Hafız gibi Fars edebiyatının önde gelen şair ve ediplerinden birisi. Sadi’nin anıt mezarı geçmiş yüzyıllarda birçok defa değişime uğramış ve restore edilmiş olmasına rağmen Hafız’ın kabri kadar gösterişli değildi.
SADİ’den.
Bütün insanlar birbirinin eli kolu
Bir özden yaratılmış insanoğlu
Ağrı başlarsa bir yerinde kişinin
Bütün gövdesinde belirir bir acı duygu

Türbenin altındaki -ortasında havuz ve havuzda da balıklar olan- çayhaneye gittik. Oldukça serin olan çayhanede çay içtik ve şehriyeli sarı dondurmalarından istedik. Ama çok alışık olduğumuz bir tad olmadığından yiyemedik. Çayhanede Kaşan’lı 5 genç kızla konuştuk, sohbet ettik. İran’da bir “selam” demeniz yetiyor dostlukların başlaması için. Ya da selamlarına karşılık vermeniz. İran’da öğlen saatlerinde çok sıcak olduğu için heryer kapanıyor, kimse ortalıkta dolaşmıyor. Biz de 5-6 günden sonra buna uyalım dedik ve otele dönüp biraz kestirdik.
Akşam 18:00 gibi uyanıp şehre kaldığımız yerden devam ettik. Önce kiliseyi bulduk, kapılar kilitli olduğu için giremedik. Daha sonra Vekil Hamamına gittik. Çiğdem kendini biraz kötü hissettiği için otele döndü. Ünal da Marvedesh’e gitmeyip başka geziler yapıp otele dönmüştü. Ben, tek başıma Şah-ı Çeragi’ye gece ışık gösterilerini ve törenlerini seyretmeye gittim. Tabii buraya çadorsuz girilemiyor, biz ilk gün geldiğimizde öğrenmiştik. Çador kapısının önünde bir kuyruk... Aman Allahım, çador kalmaz diye endişelenirken, iade etmeye gelen birinin çadorunu aldım ve kapıdan rahatlıkla girebildim.
Gündüzden daha da kalabalık, çoluk çocuk herkes gelmiş. Kapıdan girerken bile kapı kollarına elini yüzünü süren, öpen ağlayan (yaşlı-genç, kadın-erkek) insanlarla dolu burası.
Bayanlara ayrılan girişten daldım içeriye, girişte aceleyle üzerime geçirdiğim çadoru düzelten hanımla da yardımlaşarak nihayet girebildik. Bayanlar tarafında da yine göz yaşları sel olmuş, kimi sesli, kimi sessiz hem ağlıyor, hem dualar ediyorlardı. Daha içerilerde boş bir alan bulup oturdum. Biraz sonra da yanıma iki genç kız gelip oturdu ve ellerindeki kuran’ı okumaya başladılar. Kızlar hem Kuran okuyor, hem de burunlarını çekiyorlardı. Gencecik kızlar nasıl yaşlar akıtıyorlardı anlatamam.
Hz.Rıza’nın kardeşi Mir Ahmet’in kabrinin bulunduğu bu cami de Hz.Zeynep Camii kadar görkemli. Aynalarla süslenmiş, hem de kesme aynalarla ve renkli vitraylarla donanmış. Kristal avizelerden yayılan ışık aynalarda kırılıyor ve rengarenk ışıklarla içerisi daha da güzel görünüyordu. Çiniler avizeler, yerler mermer hepsi en iyi kaliteden, duvarlarda çerçevelenmiş dualar ve onların karşısında dua eden hanımlar. Yanımdakilerin de okumaları bittikten sonra ellerini açıp sessiz dualarını ettiler (Allah kabul etsin). Fotoğraf çekmek yasak olduğundan çekemedim.
Dışarıda da Suriye’deki Emeviye Camii’nde gördüğümüz Iran’lı adamın   tarzı gibi anlatan birinin sesi, mikrofondan herkesi ağlatıyordu.
Tekrar dışarı çıktım, caminin avlusu oldukça büyük. İnsanlar boş buldukları yerlere oturmuşlardı. Kimi basamaklara, kimi kapı önlerine, ben de bir ara yer buldum, karıştım diğerlerine. 
Hoparlörden gelen sesten, -içinden anladıklarımdan- Ali, Ahmet ve bir sürü isim geçiyor. Tanrım ben de ağlayacağım neredeyse, insanlar nasıl da içlerini çekerek ağlıyorlar. Yanımda oturan 50 küsur yaşındaki adam da çaktırmadan burnunu çekiyor. Dillerini anlamasam da düğümler git gide genişliyor boğazımda. Ne acıklı bir ibadet bu yaa, mikrofonda okuyan da, konuşan da çok güzel anlatıyor. Ben bile anlamadığım halde çok duygulandım. Arada bir mikrofondaki susuyor ve halk hep bir ağızdan “Yaaa rabbiii Yaaaa rabbiii” diye eşlik ediyor. Çok büyüleyici bir atmosfer. Sanki açık havada Sezen Aksu konserindeyim; hani mikrofonu bırakıp da seyircilere söyletirler ya, tamı tamına öyle...
Çocuklar da var burada tabii, çocuk halleriyle oynayıp gülüşen, birbirinin peşinden koşan çocuklar. Yanımdaki adamla da biraz sohbet ettik, İran’daki birçok insan gibi o da Türkçe biliyor. Türkiye’den geldiğimi yarın Şiraz’dan ayrılacağımı falan söyleyince “birgün daha kalın misafirimiz olun” dedi. Bizlere ne kadar da çok benziyorlar bu insanlar, tabii ki bizim Anadolu kısmımıza.
Akşam 21:00 gibi Şah-ı Çeragi’den çıktım. Zand caddesine doğru yürürken yol üzerindeki CD’ciden tanesi 5.000 R.den birkaç tane müzik cd’si satın aldım, tabii tamamen adamın beğendiklerinden oldu :). Otele döndüm, Ünal’ı lobide kitap okurken, Çiğdem’i de çay içerken buldum. Bir sonraki günün planlarını konuştuk ve erken kalkacağımız için odalarımıza çekildik.
(Şiraz illerin gelini – Tebriz’li Reza’dan)

26 Mayıs 2006 – Cuma ŞİRAZ – İSFAHAN

Bu sabah 07:00 gibi kalktık, kahvaltı ve otele hesabımızı ödedik (toplam 150$ üç gece için + 1 kahvaltı: 1 $). 08:00’de gelen taksiyle terminale gittik. İran Peyma otobüsümüz bugün 08:30’da kalkacak. 1 kişi 38.000 R. İstikamet İsfahan, İran’lıların deyimiyle “Esfahan nefs-e jahan”. 15:30 gibi vardık dünyanın yarısı olan şehire.
Terminalden tuttuğumuz bir taksiyle bir-iki otel denedik, ama beğenmedik. Daha sonra Çiğdem ve Ünal’ın yaptığı pazarlıklarla İsfahan merkezdeki Safir Otel ile anlaşma sağlandı. Odalara yerleştik ve soluğu Nakş-ı Cihan Meydanı’nda aldık.
Gerçekten de cihanın nakışı mübarek. Dünyanın en büyük avlusu. 1612’de yapılmış. Meydanı bir dikdörtgen gibi düşünün;  bir tarafta İmam Camisi, bir tarafta Ali Gapu (eski hükümet binası), Ali Gapu’nun karşısında da Kadınlar Mescidi (Şeyh Lütfullah Camii) ve büyük bir Kapalı Çarşı. Ortada da büyükçe bir havuz ve yeşil alan. İsfahan’lıların ve ziyaretçilerin tüm gün, hatta gece bile vakit geçirdikleri enfes bir mekan. Her daim canlı. Ziyaret yapabilirsiniz, yemek yiyebilirsiniz, kapalı çarşısından ve mekandaki bir sürü dükkandan istediğinizi bulabilirsiniz.
En çok büyülendiğimiz camilerden birisi İmam Camisi oldu. Yazılanlara göre; içi ve dışı mavi çinilerle kaplanmış, 30 mt. yükseklikte kapısı, 54 mt. ana kubbesiyle tüm İran’ın en etkileyici yapılarından birisi. Şah Abbas zamanında yapılmış.
Girişteki büyükçe kapının kenar süslemelerinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Devasa büyüklükteki kapının etrafı mermerle ve turkuaz çinilerle süslenmiş. Mermer süsler, yerden başlayarak kapının her iki yanından da yükselerek yukarıda tavanda birleşiyor. Buraya kadar bir değişiklik yok. Biraz dikkatli bakınca; kapının bir tarafındaki mermer ve çinili süslerin daha fazla ve daha çok işlemeli, kapının diğer tarafındaki süslerinse diğerine nazaran daha sade ve süssüz olduğunu görüyoruz. Bunun anlamı şu: Bu dünyada fakir de olsan, zengin de olsan sonunda aynı yere gidiyorsun. Gidilen, varılan yer zengin fakir ayırımı yapmıyor, herkese eşit davranıyor. Çok beğenmiştim, tam da cami girişine yakışır bir eser olduğunu düşünmüştüm.
Camideki akılalmaz akustik yapı bizi hayrete düşürdü. Camideki her yere hakim bir noktadan konuştuğunuzda ya da seslendiğinizde, ses eşit derecede her yerden duyuluyor. Muhtemelen hocanın ya da imamın hutbe  verdiği yer. Biz de denedik. İşaretlenen yuvarlak halkanın ortasında durup, konuştuğumuzda, sesin heryerden duyulduğuna bizzat şahit olduk. Yıllar evvel, hiçbir teknoloji yokken düşünülmüş, tasarlanmış ve yıllardır da ayakta. Üstelik ses mikrofonsuz bir şekilde ve normalin de üzerinde çıkıyor. Bir de geri kalmışlıkla suçlarlar ortadoğuyu. Kim geride, kim ileride? Bilemiyorum :).
İsfahan Şah Abbas’ın kenti. Eski hükümet binası Ali Gapu, Safeviler döneminde Şah Abbas’ın emriyle yapılmış. Kendisi başta olmak üzere 1721’deki Afgan işgaline kadar ülkeyi buradan idare etmiş. Tıpkı diğerleri gibi...
Ali Gapu’nun mimarisi de çok ilginç. Ön taraftan bakıldığında 3 katlı görünen yapı, arka taraftan 5 katlı olarak görünüyor. Üst katlardaki müzik odasını anlatmaya kelimeler yetmez. Görmek lazım. Anlatmadan geçemeyeceğim birşey daha: Ali Gapu’nun giriş katında da yine değişik bir akustik durum var. Bu daha da enteresan. Herhangi bir köşeden tam köşeye yüzünüzü dönüp, fısıldayarak konuştuğunuzda, diğer köşelerden de duyuluyor. Ama diğerlerinin de köşeye yüzünün dönük olması gerekiyor. Yakınlarda ya da alanın ortasında olanlar duyamıyor. Sadece köşeden köşeye muhabbet var, çok enteresan :).
Ali Gapu’nun karşısındaki Şeyh Lütfullah Camiisi’nin Kadınlar Mescidi olmasının sebebi de şu imiş: Ali Gapu’da bir vakitler yaşayan saltanat hareminin ibadetine ayrılmış olması. Üstelik saltanat hareminin kadınları halka görünmesinler diye de, yer altından gidip gelirlermiş. Yerin altındaki tüneli görme şansımız olamadı. Belki de kapatmışlardır.
Kapalı Çarşıda yok yok. Ne ararsan var. Ünlü İsfahan el basmaları (hem üretilip, hem de satılıyor), dünyaca bilinen İsfahan halıları, gümüş oymalı süs eşyaları atölyeleri ve mağazalarıyla dolu çarşı. Her ihtiyaca cevap verebilecek büyüklükte ve zenginlikteki çarşı, her daim canlı.
Ali Gapu, İmam Camii ve Şeyh Lütfullah camiini ziyaret ettikten sonra meydandaki açık olan dükkanları (öğlen saatinde birçok yer kapanıyor) dolaştık. Meydana girişte Ünal Muhsin’i buldu, ya da Muhsin Ünal’ı :). Halı dükkanı (Paradise Carpets) sahibi olan Muhsin İngilizce, Japonca ve İspanyol’ca konuşabilen zeki ve sevimli bir çocuk. Bizimle birlikte dolaştı, bilgiler verdi ve bayağı bir gezdirdi bizi.
Daha sonra da cihanın nakışı meydanı’na nazır, Geysariye çayhane’ye geldik. Buranın manzarası anlatılmaz, kelimeler bile kifayetsiz kalır. İmam Meydanı’nı tepeden gören, ünlü turistik bir çayhane. Muhabbet eşliğinde nargile (kalyan çektik) ve çay içip, akşam 20:00 gibi Muhsin’in önerdiği İsfahan’ın en ünlü restaurant’ına gittik (Shahrzad Rest.).
Restaurantta krallar kraliçeler gibi karşılandık. Sahibi ya da müdürü olan bey (hafif titrek) sürekli yanımıza gelip İngilizce “herhangi bir şeye ihtiyacınız var mı, beğendiniz mi ?” diye soruyor. Arada bir ikramlarla yanımıza uğruyor. Her fırsatta Türkleri çok sevdiğini ve birçok Türk müşterisi olduğunu söyledi. Hatta yemeğin sonlarına doğru elinde kocaman bir defterle gelip, Ünal’a “bu bizim özel defterimiz birşeyler yazarsanız çok memnun oluruz” dedi. Ünal da “ya ben ne önemli bir adammışım, herkes birşeyler imzalatıyor burda bana” deyip cumhurbaşkanı edasıyla birşeyler yazdı :). Defteri karıştırdığımızda hakikaten birçok Türk’ün adına rastladık, birkaçı da ünlü kişilerdi. Çiğdem’in deyimiyle felekten bir gün çaldık. Nefis kebaplar yedik ve kişi başı 80.000R. ödedik.
Yemekten sonra yürüyerek köprüleri gezmeye başladık. Öncelikle Siosepol daha sonra da Çhubi, Khaju ve Ferdost köprülerini dolaştık. Sarı, mor, mavi ışıklandırmalarla köprüler ayrı bir güzel görünüyorlardı.
Muhsin ile vedalaşıp, otele döndüğümüzde çoktan gece yarısı olmuştu ve bugün de diğer günler kadar yorulmuştuk artık.

27 Mayıs 2006 – Cuma – ESFAHAN (İsfahan)
Sabah açık büfe kahvaltımızı yapıp 09:00 gibi otelden çıktık. İlk durağımız Chehel Sütun ve Heşt Beheşt.
Topladığımız notlardan hemen aktarayım:
Chehel Sütun.
Fars’ça “Kırk” demek. 17. yy’da Şah Abbas tarafından konuklar için yaptırılmış. 67.000 m2 bahçede 100 mt. uzunluğunda havuz var. Sarayın adı da biraz bundan geliyor. Sütunlar 20 tane, suda yansımaları da 20. Gerçek sütun ile sudaki yansımaların toplamı 40 sütun.
Heşt Beheşt – Sekiz Cennet: Büyük bir bahçenin içindeki bu küçük köşk, 11. yy yapısıdır. Önünden geçen ve bugün de İsfahan’ın en hareketli caddelerinden biri olan Char Bag (Dört sıra ağaçlıklı yol) bir zamanlar sıra sıra bu köşklerle doluymuş. Tarihi Heşt Beheşt İmareti, Safevi döneminin son sultanlarının yaşadıkları sarayların örneğidir. Süleyman Şah zamanında yapılmıştır.
Her iki yeri de sabah ziyaret edip, Ünal ile buluştuk. Daha sonra da  60.000R. anlaştığımız taksiyle Ateşkade ve Sallanan Minareye doğru yola çıktık. Şehrin biraz dışında oldukları için araçla gitmek gerekiyor.
Sasaniler döneminde üstün bir teknolojiyle yapılan yapı, depremlere dayanıklı olsun, dünya durdukça ayakta kalsın diye yapılmış. Küp şeklinde bir yapı, tıpkı diğerleri gibi silme çini ile kaplanmış. İçinde de Ebu Abdullah’ın Kabri bulunuyor. Sanırım dünya durdukça ayakta kalması istenen Ebu Abdullah’ın Kabri.
Minar Jomban’a yani Sallanan Minarelere vardık. Eskiden okuduklarımdan hatırladığım, isteyen minareye çıkıp sallarmış ya da minareden seyredermiş. Hatta geçen yıl Ayakizleri grubundan giden birkaç arkadaşıma da sorup, minareye çıktıklarını öğrenmiştim. Şimdilerde bu işi yapan bir görevli var ve o da bu işi her saat başı yapıyor.
Biz de 10-15 dk bekledik. Saat tam 12:00’de görevli minarenin birisine çıktı, onu sallarken karşısındaki minare sallanmaya başladı. Daha net anlaşılması için de minareye bir zil asılmış. Bizim eski teneffüs zilleri gibi bir şey. Bahçeden hem duyulan, hem de görülen birşey.
Ardından Ateşkade’ye gittik. Kapıdan bir bakıp döndük, yukarıya çıkmak isterdim ama, tam da güneş tepemizdeydi ve doğrusu terlemek istemiyordum.
Zerdüşt Tapınağı (Kuh-i Sengi Ateşkedesi*) şehrin içindeki küçük bir tepenin üstünde. Tepe İsfahan’a hakim Zayende Nehri’ni neredeyse boydan boya gören manzaralı bir yer. Tepede yarım yamalak duvar kalıntıları kalmış. Zerdüştlerin tapınağı olan Ateşgah, bugün kullanılmamaktadır. Bir tepenin üstündeki yapıda Zerdüştlerin ölülerini kuşlara terkettikleri sessizlik kulesi bulunur.
* Bu tarihi eser İsfahan tarihinin en eski mirasıdır. Halihazırda ateşkedenin kalıntıları Kuh-i Sengi (Taş Dağı)’nın 1680 metre yüksekliğinde zamana meydan okumaktadır.
Taksiciye bizi Cuma Camii (Ulucami)’ye bırakmasını istedik. Bilgi ekleyelim:
Gerçekte binalar ve sanatsal eserler topluluğu olan bu yapı İran’ın İslam’dan sonraki bin yıllık tarihini gözler önüne sermektedir. İran’ın İslam sonrası padişahlarının, hakimlerinin, vezirlerinin ve hayırsever banularının anılarıdır”.
Camiyi gezdik daha sonra kapalı çarşıya daldık. Çarşının labirent koridorlarında dolaşırken çayhane bulduk, aldığımız kayısıları yedik ve Ünal menemen yedi. Şimdiye kadar gördüğümüz en ucuz mekandı. Sadece 10.000 R. ödendi. Bir müddet Hakim Camii’ni aradık ve bulduk. İran’ın en eski camilerindenmiş,  inanılmaz güzeldi, tıpkı diğerleri gibi.. 
İran’da her yerde, dört yol ağızlarında şehrin girişlerinde çıkışlarında ama her yerde şehitlerin fotoğrafları var.  Bir veya birkaç şehitin bir arada olduğu fotoğrafları, lalelerle ya da narlarla süslemişler. Narlar ve güller kırmızıyı yani kanı temsil ediyormuş. Şehitlerin birçoğu da, yaklaşık on yıl süren Irak-İran savaşında şehit olanlar. İran’da neredeyse her ilde şehitlikler var. Gülistan-ı Şüheda diye geçiyor. Şüheda (şehit) bize çok da yabancı bir kelime değil “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda”. M.A.Ersoy
Bugün programdaki ziyaretlerimiz bittikten sonra İmam Meydanı’na döndük. Pazarda biraz alışveriş yaptık, gümüşçüleri ve halı dükkanlarını ziyaret ettik. İsfahan’da halı dokumacılığı, Safeviler döneminde meşhur olmuş, gümüşçülük İsfahan’ın ünlü el sanatlarındandır ve bu alanda ustalar yetiştirmiştir.
Pazar’ın ardından Çiğdem ile ikimiz abguşt ve büryan yedik (80.000 R). Genellikle abguştu yoğurt, soğan, limon, taze nane ve lavaş ekmekle birlikte sunuyorlar. İsfahan kilimlerinin döşendiği sekilere yayıldık. Ünal serin mekanı bulunca biraz şekerleme yaptı :). Biz de geleneksel yemeğimizi yer sofrasında hazırlattık ve etlerimizi lavaşlara sarıp, ayran eşliğinde bir güzel midelere indirdik.  Karnımız doyduktan sonra serin mekandan ayrılıp,  çarşıya kaldığımız yerden devam ettik. Çarşıda bizim Muhsin’e rastladık. Herhangi bir şehirde ikinci ya da üçüncü günde tanıdık birilerinin olması ve gezerken rastlamak da çok hoş birşey. Artık biz de harici (turist) sayılmazdık :).
Hep birlikte Azadigan çayhaneye gittik. Orası da hem turistik hem de çok güzel atmosferi olan, cam, bakır, gümüş gibi süslemeleri ve hatta ne ararsan var olan enteresan bir mekan. Tam bir koleksiyoncu. Oldukça da sessiz ve serin bir yer. Pullaki eşliğinde gelen çaylarımızı içtik (pullaki : özel bir şeker). Sonra da gündüz gözüyle köprüleri görmek üzere Zayende Nehri’ne doğru yürüdük.
Zayende Nehri’nin altındaki çayhaneye girdik. Burada da nargile içelim istedik. Hergün içmesek olmaz ya ! :) (Nargileyi de Ünal istiyor ben de otlanıyorum, sipsim cebimde dolaşıyorum valla). Tam da suların ortasındayız.  Zayende nehri altımızdan süzülüp gidiyor. Nargilemiz, çayımız, manzara herşey mükemmel fakat daha sonra gördüklerimiz biraz canımızı sıktı.
İki ay evvel yeni bir kural-kanun konmuş: Çayhanelere İran’lı bayan müşterilerin girmesi yasaklanmış. Kapı girişlerinde de “İran’lı bayanlara servis yapılmıyor” yazısı varmış. Ne kötü ! L. O yüzden de, çayhaneler müşteri olmadığı için erken kapanıyor ve iş yapamıyorlarmış. İnsanın kendi memleketinde istediği yere girememesi çok kötü bir durum. Yabancılar girebiliyor ama, yerli hanımlar hayır L.
Bizi çayhanede otururken görenler -ki muhtemelen yeni kuralları bilmiyorlardı- çayhaneye doğru geldiler, ama kapıdan geri çevrildiler. Bu duruma çok üzüldük, bütün neşemiz kaçtı. Çiğdem ile ikimiz de hiç birşey içemeden çayhaneden ayrılıp, Zayende’nin kenarında serbestçe oturan halkın arasına katılıp, nehri seyrettik. Bir ara gözüm şirin bir yaratığa takıldı, çok güzel bir çocuktu. Abisinin koluna yaslanmış önümüzde oturuyordu. Arada bir de, kaçamak ve utangaç gözlerle bize bakıyordu. Kırmızı eşarplı 5-6 yaşlarındaki şirin kızla biraz yarenlik ettik, neşemiz yerine geldi. Hatta Çiğdem, şirineye nazar değmesin diye nazar boncuklu bilezik hediye etti :).
Bir süre sonra da, Ünal nargilesini bitirip yanımıza geldi. Yürüyerek köprüyü geçtik ve biraz da karşı kıyıdan yürüdük. Akşam olmuştu artık. Nehrin kenarında oturup, bir taraftan çekirdek çıtlıyoruz, bir taraftan da gelen geçenle sohbet ediyoruz. En çok da Tebriz’lilere rastlıyoruz. Daha doğrusu, onlar bizim Türkçe konuştuğumuzu duyunca yanımıza geliyorlardı.
Muhabbet esnasında, İran’da kadın-erkek ilişkilerinden de konuştuk. İran’da kanunen flörtlük (arkadaşlık) yasakmış. Gerçi biz elele çok çift gördük ama, sanırım biraz daha samimi durumda dolaşmak suçmuş. Yakalandığında da ailelere haber veriliyormuş. Eğer aile isterse evleniyorlar, istemezse de hapis ya da para cezası uygulanıyormuş.
Birkaç tanesine “peki siz nasıl tanışıyorsunuz” diye sorduğumuzda bir çoğunun internet aracılığıyla tanıştığını, hatta o sayede evlendiklerini öğreniyoruz.
İsfahan’da da bizim konuşmalarımızı duyanlar yanımıza gelip “siz Türk müsünüz, hoş geldiniz, bir arzunuz isteğiniz var mı” gibilerinden soruyorlar. İnanılmaz misafirperver insanlar. Birçoğu da Tebriz’liydi (Tebriz’de herkes Türkçe konuşuyor). Hatta delikanlının biri Ünal’a, “seni öz kardeşimden iyi bilirem, çok memnun oldum” dedi, giderken ağlamaklıydı. Onun peşinden bir grup yine geldi, onlar da Tebrizli’lerdi. Daha sonra da bir çift. Reza ve eşi internet aracılığıyla tanışmışlar ve  4 ay önce evlenmişler. İsfahan’a, eşinin ailesini ziyarete gelmişlerdi. Her ikisi de Tahran’da çalışıyor ve orada yaşıyorlar.
Yeni evlenen Reza ila telefon numaraları alındı verildi. Cep telefonu çok pahalı olduğu için telefonunu satmış. İran’da telefon ve hat bayağı lüks birşey olmuş. Vedalaşıp ayrıldık. Otele dönerken gümüş dükkanlarına baktık, yoldan meyve, çikolata vs alıp otelimize döndük.

28 Mayıs 2006 Pazar – İSFAHAN

Bugün İsfahan’daki son günümüz. Vakitlice kalkıp kahvaltımızı yaptık ve 09:30 gibi listemizdeki kalan yerleri ziyaret etmek üzere otelden ayrıldık. İlk durağımız Vank Kilisesi. Gideceğimiz kilise nehrin karşı kıyısında Yahudi / Ermeni mahallesinin bulunduğu tarafta. Çiğdem, sabah otelden ayrılmadan evvel oteldeki rehber hanımdan adres tarif almıştı.  Alman olan rehber hanım, daha evvel de odalar için indirim yapılmasında yardımcı olmuştu. Yürüyerek geçtik nehrin karşı kıyısına. Kiliseye yaklaştığımızı anladığımızda birilerine soralım dedik. Yolda 3 genç kıza adres sorduk ve bizimle beraber gezmeye başladılar. Parisa, Mona, Fayize adındaki üç genç kız ile kiliseye gittik, ama kapı duvar. Bugün tüm gün kapalıymış. Yapacak birşey yok bari yakında çayhane varsa oraya gidelim dedik. İsfahan’lı kızların rehberliğinde, onların bildiği mekanlara doğru gitmeye başladık. Bir ara marketin önünde beklerken, Azeri bir hanım bizimle tanıştı. Evlerine davet etti ve ederken de “Laf olsun diye söylemiyorum” dedi. Yine gözlerimizi yaşarttı.
Marketten sularımızı aldıktan sonra, iki taksi tuttuk. Biz 3.000 R. verdik Ünal aynı güzergaha 6.000 R. vermiş. Sanırım Ünal’a harici fiyatı uyguladılar :).  Çünkü bizim araçta pazarlığı Parisa yaptı. Çayhane değil de, daha çok gençlerin gittiği kafe gibi bir mekana gittik.  Çaylar kahveler içildi, dondurmalar yendi, sohbetler, telefon alışverişleri derken mekandan çıkıp kızlarla vedalaştık. Onların ayarladığı bir taksiyle nehrin öbür yakasına, İmam Meydanı’na geldik.
Muhsin ile buluşup –dünden sözleşmiştik- İsfahan pazarını gezerken tesadüfen dün tanıştığımız Tebriz’li Reza ve eşiyle de karşılaştık. Reza bize “kadınımın (eşimin:)) annesi sizinle tanışmayı çok istiyor, eğer isterseniz bu öğlen bize gidelim” deyince çok gönüllü olduğumuzu çaktırmadan kabul ettik. Reza’nın engellemelerine karşı yine de giderken meyve tatlı vs aldık.  Çünkü elimiz boş gitmek istemedik.
Reza’nın ayarladığı bir taksiyle İsfahan’lı ailenin evinin önünde indik. Siyah-beyaz puantiyeli çadoruyla bizi kapıda karşılayan sevimli hanım, Reza’nın kayınvalidesiydi. Evinin üst katında devam eden inşaattan dolayı bizden özür diliyordu.
Büyükçe bir salondan girdik klimalı ferah eve. Duvarlar beyaz badanalı, yerde kırmızının hakim olduğu büyükçe bir İsfahan halısı döşeli. Başka da bir eşyaya gerek yoktu zaten. İlk önce salondan misafir odasına geçen bölüme aldılar bizi, ama biz daha sonra onlarla birlikte olmak için girişte oturduk. Kapıda bizi çadoruyla karşılayan ev sahibemiz, içeri girince çadoru çıkardı. Ama damadının ve Ünal’ın yanına gelince yine çadorluydu. Fakat Reza’nın eşi rahatlıkla başını açtı, tuniğini değiştirdi. Açık mutfakta muhabbet eşliğinde yemek hazırlıkları yapıldı. Yemekten evvel mutfaktaki kocaman semaverden kaç bardak çay içtiğimizi hatırlayamıyorum vallahi. Gitmek üzereyken bile çayı yenilediler. İran gezimiz süresince her yerde çay içtik, ama bunun gibi değildi. Günlerdir ilk defa güzel çay içiyorduk, hem de bardaklar dolusu. Neyse yemek hazırlıkları bitti (daha çok Reza hazırladı:)). Güzel halının üzerine sofra bezimizi yaydık ve geleneksel yemeklerimizden yedik. Ardından karpuz, kiraz, erik geldi. Tüm bu yemeklerin arasında semaverdeki çay tavan yapmıştı :).
İran’da, evlenince soyadın değişmesi gibi bir durum yokmuş. Kızın evlenince de soyadı aynı kalıyor, sadece çocuk babasının soyadını alıyormuş.
Reza da, tıpkı iki ablası gibi internet aracılığıyla tanışıp evlenmiş. Ablalarının ikisi de Hindistan’a gitmiş. Daha doğrusu birisi evlenip gitmiş, diğeri de nişanlıymış. Önümüzdeki aylarda düğün yapıp gidecekmiş. Merak ettik “tanımadığınız birisiyle evlenmesine nasıl izin veriyorsunuz, nasıl güveniyorsunuz” dediğimizde “sevmeye, seven insana güven ne gerek” dedi ve verecek cevap bulamadık doğrusu.
Saat 19:00 gibi güzel evden ve güleryüzlü ev sahibemizden ayrılıp, Reza’ları da alıp şehri gezmeye devam ettik. Bu arada otele uğrayıp ödemelerimizi tamamladık. Ertesi günkü, bizi Kaşan, Kum ve Tahran’a götürecek taksiyi ayarlayıp dışarı çıktık.
Yine İmam Meydanı’ndayız. İlk geldiğimiz çayhaneye (Geysari) son bir defa gelelim istedik. Hem de pullaki ve gas (İsfahan’a özgü bir tatlı) da aldık. Akşam olunca İmam Meydanı’nın ve Cami’nin ışıkları tam seyirlik oluyor, hatta seyrine doyum olmuyor. Çayhanede azeri maniler okuyup güldük, nargile (kalyan) çektik ve ayrılırken de sadece 45.000 R. ödedik. İlk geldiğimizde iki katını ödemiştik hayret ! Sanırım Azeri Reza’nın etkisi oldu, ilk seferki de Muhsin’in etkisiydi :).
Çayhaneden çıkarken de, gelin arabası gördük ve neredeyse Ünal’ın dualarının hepsi kabul oldu. İsfahan’daki ilk gün “keşke bir öğrenci falan olsa da hem bizi gezdirse, hem de para kazansa” demişti. Öğrenci bulamadık ama Muhsin’e rastladık o da kazanmıştır birşeyler. Daha sonra da “İran’lı bir ailenin evine gitsek, hatta bir de düğün görsek” falan diyordu, az da olsa gerçekleşmişti tüm dilekleri.
Bu memlekette hergün yeni tanışmalar ve çabuk ayrılıklar kaçınılmaz olmaya başlamıştı. Reza ve eşiyle de karşılıklı iyi dilekler, teşekkürler, kucaklaşmalardan sonra onlara da veda edip geç bir saatte otelimize döndük.
Yarın erken kalkmalıyız, umarım taksici bizi unutmaz :).

29 Mayıs 2006 Pazartesi – İSFAHAN – KAŞAN – KUM – TAHRAN

Sabah 06:30 gibi uyandık hızlı bir toparlanma ve kahvaltının ardından 07:30 da İsfahan’a veda ettik ve bizi bekleyen taksimizle uzun yolumuza başladık. İnşallah tekrar görüşeceğiz :).
İsfahan – Kaşan arası 200 km.
Yaklaşık 1.5 saat sonra, ilk durağımız Natanz’a vardık. Kaşan’ın komşusu eski Natanz şehri, batıdan doğuya doğru uzanan geniş bir vadide bulunuyor. Koni şeklinde kubkesiyle öne çıkan Cuma Camisini ve büyük arif şeyh Nureddin Abdulsamedi’in türbesi’ni ziyaret ettik.
Natanz, nükleer santrallerin olduğu bölgelerden birisi aynı zamanda. 15 dakikalık ziyaretin ardından 09:20’de Abiyaneh’e doğru yola çıktık.
Abiyaneh ülkedeki en görkemli köylerden biri. Unesco tarafından benzersiz ve eskiye dayalı (2500 yıllık köy) olduğundan korunmaya alınmış. Kırmızı renkli, çamur ve balçıktan yapılan, birbirine bitişik evlerin bulunduğu, 60 ve üzeri yaştaki 40 kişinin yaşadığı sessiz bir köy.
Balkonların çoğu tahtadan yapılmış, yıkıldı yıkılacak gibi görünüyorlardı. Balkona çıkma cesaretim olsaydı yeşil vadiye bakan manzarayı seyredebilirdim belki de L. Köyün manzarasına da diyecek yok. Yazın sıcağında şehirden kaçmak isteyenler için güzel bir alternatif.
Burası yazları serin, geri kalan zamanlarda da korkunç derecede soğuk oluyormuş.
Taksiden inip suyun sesine doğru seyirttik. Yukarılardan gelen su, bol ağaçlıklı düzlük bir mekanda birkaç ark oluşturmuş. Ark dediğime bakmayın siz, bayağı gürül gürül akan sulak bir mekan burası. Alan, suyun yönünü ve akışını kesmeyecek şekilde betonlaştırılmış. Dolayısıyla çamur falan da yok. Daha kolay yürünüp, oturulabilen bir mekan.
İkişerli üçerli oturmuş yaşlı teyzeler, amcalar hem muhabbet ediyorlar hem de yetiştirdikleri birkaç sebze meyveyi satmayı arzuluyorlardı. Çoğunlukla erik, kayısı üzüm gibi kuru gıdalar vardı yanlarındaki kovalarda.
Birkaç sulak arklardan atlayıp düzlük bir alana geçtik. Yanımızda yükselen ağaçlar hem gölgelik, hem serinlik veriyor. Yani cennet gibi bir yer burası. Çantamızdaki bisküvilerden atıştırdık, şoförümüzün termosla hazırladığı çayımızı içtik ve yaklaşık bir saat köyü ve sokaklarını gezdik. Birkaç diet bisküviyii de yakınımızdaki bir amcaya ve teyzelere ikram ettik. Aslında hiç dietlik halleri yoktu ya, :) bizim de yanımızda fazla birşey yoktu.
Abiyaneh’lileri diğerlerinden ayıran bir özellik de kıyafetleri ve kıyafetlerinin renkliliğiydi. En az kullandıkları renk siyahtı :). Kırmızı beyaz ağırlıklı başörtüleri, çiçek desenli entarileriyle tam bir masal köydü. Masal köyün kahramanları, tıpkı diğer İran’lılar gibi oturdukları mekanı çok iyi koruyorlardı. Sokaklar tertemiz, bal dök yala. Kırmızı evlerin badanaları yapılmış, kapılar ve pencereler oyma ahşaptan, hünerli ustaların ellerinden çıkmış gibiydi.
Kapılar deyince aklıma gelmişken anlatayım. Birçok yerde de gördüğümüz kapı üzerindeki tokmaklar hepimizin dikkatini çekmişti. İlk defa İsfahan’da Hakim Cami’sinin hemen çıkışında görmüştük. Daha doğrusu ilk o zaman dikkatimizi çekmişti. Kapıların üzerlerinde iki tane tokmak var. Tokmakların birisi genellikle yuvarlak ya da oval, diğeri de daha uzun oluyor. Dahası her iki tokmağın da çıkardıkları sesler aynı değil. Oval olanı daha tiz, uzun olanı biraz daha kalın, kaba ses çıkarıyor. İçeridekilerin, kapıyı çalanın erkek mi bayan mı olduğunu anlamalarını kolaylaştırıyor. Kapı tokmaklarına baktığınızda, hangisinin kadın hangisinin erkeğin çalması gereken tokmak olduğunu anlamanız son derece kolay :).
Güzel evleri, balkonları, kapıları ve doyum olmaz manzarasını fotoğraflayıp, saat 11:15 gibi sessiz köy Abiyaneh’ten ayrıldık ve Kaşan’a devam ettik.
Vardık Kaşan’a, Aman Allahım burası yanıyor...
Seramiğin ve halının kenti Kaşan inanılmaz sıcak bir yer, gelmek için yanlış zaman seçmişiz. Nisan’da ancak gezilebilir burası...
Kaşan kenti, cami ve medreselerin yanısıra Brucerdi Evi’nin bezemeleri, rüzgar kuleleri, eski surları ve Bozorg Ağa Medresesi ve kusursuz çini örnekleriyle İmamzade İbrahim Türbesi ve Pers cennetini sembolize eden Fin Bahçesi ile ünlü.
Sıcaktan klimalı araçtan çıkmak istemesek de, kalan enerjimizle, şehri dolaşmaya başladık. Birbirinden görkemli evlerin herbirinde en az 1 saat vakit geçirebilirsiniz.
Brucerdiler Evi, Kaşan’ın en meşhur ve eski evlerindendir. Bu ev, 18 yıllık bir sürede tamamlanmış. Yapımında 150 usta ve sanatkar işçiler çalışmış. Brucerd’den Kaşan’a mal taşıyan ve tüccarlık yapan Hacı Seyyid Cafer Netenzi, bu binayı inşa ettirdiği için Brucerdi’ler evi olarak ün yapmıştır.
Brucerdi Evi’ne hayranlığımız yetmezmiş gibi Tabatabei Evi’ne daldık. Burası diğerinden daha da büyük. 4700 m2’ymiş. 1834’te yapılmış. Tam 40 odası ve 200’den fazla da kapısı varmış. Topladığımız bilgilerden veriyorum, saymış değilim :).
Ardından Sultan Mir Ahmet Hamamı’na daldık. Ohh serinlik, bizi buradan kimse çıkaramaz dedik ve yayıldık sekilere. Lüks bir çayhane olarak hizmet vermekte. Bizden başka kimse yoktu görünürde. Çayhane dediğime bakmayın siz, aynı zamanda bir müze. Ortada büyükçe bir havuz, bölmelerde Iran halıları ve halı yastıklar, turkuaz çiniler, işlemeler. Ayrıntılara düşkün insanlar, her bir sütuna farklı figürler işlenmiş. Bendeki kelimeler yetmez bütün o güzellikleri anlatmaya. Güzel çaylarından ve hurmalarından yedik, iyice bir serinleyip ayrıldık mekandan.
Birkaç ev ziyareti daha yaptık ama, sıcaktan olsa gerek ne doya doya gezebildim, ne de şimdilerde hatırlayabiliyorum. Eğer gidecek olursanız, yolunuz düşerse, mutlaka nisan’dan once gidin.
Tabatabei evinden çıkarken, bizim Ünal’ı kapının girişinde elindeki su şişesini kafasına devirirken gördüm. Bitmişti :). “Şurada bir yer var orayı da gezelim” dedim. “Başlarım evine de köyüne de …, daha kılımı kıpırdatmam, hamamdaki çayhaneye doğru gidiyorum, siz nereye gidiyorsanız gidin, orada beklerim sizi “ :) dedi. Gezimiz süresince hep neşelendirdi bizi sağolsun.
Öğle yemeği için Kaşan’ın en güzel restaurantlarından Delpazir Rest.’a geldik. Aaa bizim motorize Türk ekibi de burada, ne güzel tesadüf !! Daha önce Yezd’de rastladığımız Türk gurubu ile Şiraz’da ve İsfahan’da da karşılaşmıştık. Fisincan’ıyla ünlü restaurantta bir ailenin tamamı çalışıyor. Yıllarca Londra’da restaurant işleten yakışıklı bir adam yemekleri yapıyor, İngiliz olan hanımı siparişleri alıyor ve genç kızları da kasada. Neredeyse turumuzun sonlarına geliyoruz, hala fisincan denemedik. Kitaplarda “en iyi fisincan yapan yer” olarak geçince, siparişimiz bu oldu. Tavuklu, tatlı soslu bir yemekmiş. Ben çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Yoğurt ve pilavla karnımı doyurdum.
Ardından Kaşan’ın altı kilometre güneyindeki Fin köyü ile komşu olan görkemli ve değerli tarihi yapılardan biri olan Tarihi Fin Bağı ve Sarayı’nı dolaştık. 24 bin metre karelik Fin bağı, en eski ve geleneksel bağlardan sayılmaktadır. Geçmişi 1200 yıl önceye dayanmaktadır. Bu bağ yüzlerce yıldan beri akan çeşmeden dolayı varlığını sürdürebilmektedir. Çeşme, Dendane adlı dağın kayalıkları arasından fışkırıyor. Kaşan’ın Fin Bağı Şahlık sarayı olarak kullanılmıştır (Şah Abbas). Bu bağda yaşları 400 yıl önceye kadar uzanan ağaçlar da mevcuttur. Ayrıca bu bağ, bağcılık ve sulama sisteminde örnek bir bağdır.
15:30 da Fin Bağı’ndan ayrılıp Qom (Kum)’ a doğru devam ettik.
Kaşan – Kum arası 100 km. Vardık Kum’a. Taksimiz otoparka girerken, biz bir köşede çador bulup bulamayacağımızı konuşuyorduk Çiğdem ile. Atölyesinin önünde oturup işini yapan bir adam “kapıdan vereller, çador tapabilersiz”  deyince içimiz rahatladı. Buraya kadar gelmişiz, görmeden gitmek olmazdı.
8. İmam Rıza’nın türbesinin bulunduğu, Meşhed’den sonra İran’ın en kutsal ikinci mekanı. Kum’a 8. imam Hz. Rıza’nın kızkardeşi olan Masume’nin Türbesi damgasını vurur.
Girişteki görevliden çador istedik ve çadorlarımızı giyinip, ışıl ışıl parlayan yapıya doğru, son derece görkemli kapıdan içeri girdik. Büyükçe bir avludan kadınların girdiği bölüme doğru yöneldik. Ayakkabılarımızı çıkarıp, girdik içeriye. Burası da tıpkı Şiraz’daki Mir Ahmet’in türbesi ve Şam’daki Hz.Zeynep’in türbesi kadar görkemli. Kapılar gümüş-ahşap, tavanlar avize dolu, kırık ayna parçaları birbirinden güzel ışıklar saçıyor. İçerisi tıklım tıklım dolu. Hz.Masume’nin mezarına dokunmak için kuyruklar oluşmuş durumda. Hıçkırıklar dualara karışmış, gözyaşları sel olmuştu yine. Çoluk çocuk, genç yaşlı çadorlu hanım kaynıyordu içerisi. Kalabalıktan sıkışıklıktan içeride çok fazla kalamadık, fotoğraf da çekemedik. On- onbeş dakikalık Hz. Masume’nin Anıt Mezarını ziyaret ettikten sonra çıktık dışarı. Avluda bir iki dakikalık beklemeden sonra, Ünal’la buluşup ayrıldık muhteşem binadan. Ancak kapıdan birkaç poz alabildik.
Sıcaktan ve yorgunluktan olsa gerek, gelirken gördüğümüz Kutsal Cemkeran Camiini ziyaret etmeden geçtik. Kutsal Cemkeran Camii, Kum şehrine 6 km uzaklıkta yapılmış. İran’ın ve dünyanın farklı bölgelerinden birçok ziyaretçinin akımına uğrayan bir camidir. Cami İmam Zaman’ın emri ile yapılmıştır.
Kum şehrinde bu iki ziyaretgahın dışında 300’den fazla İmam-zade’nin türbesi bulunuyor.
Ayrıca İmam Humeyni’nin de bu şehirde yaşadığı ve hala evinin - ya da evlerinden birinin- burada olduğunu öğrendik. Burası aynı zamanda İslam devriminin ilk kıvılcımlarının başladığı şehir olarak biliniyor.
Kaşan’a kadar olan yolculuğumuzda, eskiden futbolcu olduğu için hala dimdik yürüyen, 50 küsur yaşındaki çevik taksi şöförümüz, birkaç telefon görüşmesi yapmıştı. Konuştuklarını çok anlamadık ama yüzündeki ifadeden birşeylerin değiştiğini sezmiştik. Ünal’ın anlattığına göre, başka bir grup gelmiş, transfer işleri çıkmış. İşi de kaçırmak istememiş galiba. Hem bizi mağdur durumda bırakmak istememiş, hem de işi de kaçırmamış olacaktı. Kum’dan çıkmak üzereyken şoförümüz “bugün pazartesi, benim aracın plakasının şehre girmesi yasak ama siz merak etmeyin, ben başka bir taksi bulup parasını da vereceğim” dedi ve yakındaki taksi duraklarından birisine doğru gittik. İndi taksiden, birileriyle birşeyler konuştu ve başka bir taksiye eşyalarımız yüklendi. Biz de eski taksi şoförümüze 100$ ödedik. Kum’dan sonra ikinci aracımızla Tahran’a doğru yola devam ettik.
Artık iyice yorulmuştuk, en fazla bir saatlik yolumuz daha vardı. İkinci taksi şoförümüz Türk. Isfahan’dan bizi alan şöförümüz Türk değildi ama iyi Ingilizce konuşuyordu. Yeni şöförümüz biraz Türkçe biliyor ama yine de muhabbet kuramadık. Defalarca “bu araçta klima var mı ?” diye sorduk anlamadı, taa ki Tahran’a yaklaşırken “ıssı dıııı, klimayı açııım ?” (sıcaksa klimayı açayım mı) dedi :).  Halamın lafını yad ettik hemen “Ne bilem karga ne bilem kuş”.
Tahran’da, Ünal’ın ahbabı olan Rıza Bey’in misafirhanesinde kalacağız. Rıza Bey telefonla adresi bizim şoföre verdi, hatta biryerlere notlar alındı. Girdik Tahran’ın kalabalık trafiğine ve ardından defalarca Ünal’ın telefonundan aradı. Üstelik de her yüz metrede bir araçtan kafasını çıkarıp “ağa can ...........” deyip adres soruyordu. Az kalsın elli metre ötede bizi bekleyen Rıza Bey’e bile soracaktı ki Ünal adamı tanıdı da rezil olmaktan kurtulduk. Meğer sokağa gelmişiz.
Rıza Bey’in ailesi Erzincan – Tercan ilçesindenmiş, daha sonra İran’a yerleşmişler. Hala İstanbul’da ve dünyanın birçok yerinde iş bağlantıları olan bir işadamı. İstanbul’da Ünal’la görüşürken “mutlaka bekliyorum, bizim misafirhanemizde konaklayın otelde kalmanızı istemiyorum” demiş. Biz de bu kadar kibar teklifi geri çeviremedik doğrusu.
Sekizinci kattaki misafirhanemize çıktık. Rıza Bey, “artık evin sahibi sizsiniz” deyip evle ilgili birkaç önemli açıklamadan sonra,  anahtarı bize teslim etti. Birer çay içip yorgunluğumuzu göz ardı ederek Rıza Bey’le birlikte Tahran’ın caddelerini, alışveriş merkezini dolaştık ve soluğu pizzacıda aldık. Kibar ev sahibimiz bizi binanın önünde bırakıp ayrıldığında çoktan gece yarısı olmuştu. Bitişikteki bakkaldan kahvaltılıklarımızı aldık, döndük eve çıkacağız asansör çalışmıyor. Bu kadar yorgunluğun üstüne ve bu saatte en olmayacak şey L.  Neyse, ertesi gün tamir edilmişti asansör :).

30 Mayıs 2006 Salı – TAHRAN

Sıcak bir Tahran sabahında saat 08:00 gibi uyandık. Kahvaltımızı yapıp saat 11:00 gibi dışarı çıktık. BugünTahran’daki bir başka ahbabımız olan Ali Şeküri’yi aramamız gerekiyor. Bizim iş arkadaşlarımızdan Nihal hanım’ın eşinin kardeşi olan Ali Bey, uzun süre İzmir’de yaşamış, Ege Eczacılık Fakültesi mezunu bir eczacı. Nihal bizim geleceğimizden bahsedince, Ali Bey de mutlaka aramamızı istemiş.
Sokaktaki telefonu kullanmak istedik, ancak ne kartımız ne de bozuk paramız var. Yandaki bakkaldan kart sorduk, bize kart satmadıklarını ancak bozuk para verip bununla işimizi halledebileceğimizi söyleyip bozuk para verdiler. İnanılmaz insanlar İran’lılar yaa, unutmuşuz bu tür iyilikleri. Aldığımız bozuk parayla Ali Şekuri’yi aradık. Çiğdem, bugünkü programımızdan Ali Bey’e bahsedince, kendisi de bizimle hem tanışmak hem birlikte olmak istediğini söylemiş. 12:30’da Tahran Milli Müzesi’nde buluşmak üzere sözleştik.
Her şeyi hallettik derken, asıl sıkıntıyı bundan sonra yaşadık. Önümüzde duran taksilere müzeyi soruyoruz, kitaptaki haritayı gösteriyoruz. Latince bilen yok.  Daha doğrusu herkes Latince bilmiyor, bilen de müzeyi bilmiyor :). Ne yaptıysak derdimizi bir türlü anlatamadık. En sonunda, taksilerden birisi 20 metre ötedeki ofisi göstererek ajansa sorun gibilerinden birşeyler söyledi, biz de direkt oraya yöneldik.
İyi ki de gitmişiz. Iran Air’in ve birçok hava yolunun biletlerinin satıldığı bir ofis. Herkes ingilizce konuşuyor, son derece kibar ve yardımsever insanlar. Daldık klimalı serin ofise, meramımızı anlattık, can kulağıyla dinlediler bizi. Daha sonra da, Fars’ca taksilere ne söylememiz gerektiğini ve Milli Müzenin adresini bir kağıda yazıp bize verdiler.
Hazır bu turizm ofisini bulmuşken ve de gelmişken, Tahran – Tebriz uçak biletini de soralım istedik. Çünkü Tahran-Tebriz arası 8-9 saat sürüyor. İç hatlar da çok pahalı değil, bulsak iyi olur. Maalesef hiçbir hava yolunda yer yok. İran’da iç hatlar biletini en az bir hafta önceden almak gerekiyormuş. Çok talep olduğundan yer sıkıntısı yaşanıyormuş. 
Bizim Tebriz uçak biletimiz araştırılırken, ben başka bir görevliye, geçen yıl dağda tanıştığımız Azeri Ali’nin numarasını gösterip nasıl aramam gerektiğini sordum. Çünkü İstanbul’dan ararken birsürü numara çeviriyorduk, şimdi hepsine gerek yoktu. Görevli numaraya bakıp çevirdi ve ahizeyi bana verdi. Karşımdaki hanım bizim dağcı Ali’nin eşi. Hoşbeşten sonra “Ali’nin işte olduğunu akşam 10 gibi ararsam bulabileceğimi” söyledi ve kapattık telefonu.
Bu sırada da, Ünal kızlarla muhabbeti ilerletmiş durumda. İran’daki gezimiz süresince İran’lıların (bay-bayan) Ünal’a hayranlıklarını yazmadan geçmek istemedim... Nereye gitsek hemen ahbaplık kuruyor, insanlar bir huşu içinde onu dinliyorlardı. İlk günler Çiğdem’le şaşırıyorduk ama, artık alışmıştık, hatta hoşumuza bile gidiyordu. Anlayan da anlamayan da dinliyordu. Abartmıyorum valla !! Turizm ofisinde de aynısı olmuştu. Bizim arkadaş konuşmaya bayılıyor zaten, konuştukça kızlar da hayran hayran onu dinliyorlardı.
Biz işlerimizi halletmenin rahatlığıyla teşekkür edip vedalaşırken, bir ara birisi elindeki ahizeyle “Tezcan ? “ deyip yüzümüze baktı. “Amman Allahım n’ooluyoruz” demeye kalmadan telefonu aldım. Bizim Ali’nin eşi arıyor. Şoke oldum valla. Bana Ali’nin iş numarasını verdi. “Mutlaka burayı ara senden haber bekliyor” dedi. Demek son aranan numarayı gördü ve hemen arayıp buldu. Neyse; aradım verilen numarayı, Ali de telefonun başında bekliyormuş ki, ilk çalışta açtı hemen :). “Neredeyseniz orada bekleyin ben hemen geliyorum” dedi. Haydaaa yine program değişti...
Bekleyeceğiz çaresiz, İran’daki isimlerin çoğu; ya Ali ya da Rıza (Reza), bundan sonra kafanız karışmasın diye Dağcı Ali ve Ali Şeküri diye yazacağım.
Dağcı Ali, Tahran’da tekstil işleriyle uğraşıyor, genellikle Pakistan’dan mal getirip Tahran’da satıyor. Bizden 3-4 gün evvel gelmiş Pakistan’dan,
Dağcı Ali’nin hemen geliyorum demesi ne kadar sürer bilmiyoruz. Umarım benim abilerimin “hemen geliyorum”larına benzemez :). Tahran da tıpkı İstanbul gibi hem kalabalık hem de çok trafiği olan büyük bir şehir. İnsanın 10 dakikası bazen 1 saat olabiliyor, trafik bu.  Dağcı Ali’yi beklerken, diğer tarafta da Ali Şeküri’yi bekletmemek için Çiğdem ve Ünal önden gittiler. Nasıl olsa elimizde Fars’ça yazılı adres de vardı, taksinin birine kağıdı okutmuşlardır.
Yaklaşık 10-15 dakika sonra Dağcı Ali de geldi ve başka bir taksiye atlayıp, Milli Müze’nin önünde buluştuk. Meşekkatli bir buluşma oldu ama artık herkes gelmişti. Kısa bir tanışma ve hal hatır sormanın ardından Ali Şeküri biletlerimizi aldı ve müzenin büyük görkemli kapısından içeri daldık. Bu arada her iki Ali’nin de müzeyi ilk ziyaretleri :).
İran Milli Müzesi 60 yıllık geçmişiyle İran’ın en büyük ve en önemli müzelerinden birisidir. Müze, iki ayrı binada faaliyet gösteriyor. Eski İran Medeniyetleri Müzesi (açılış 1937) ve İslami Dönem İran Müzesi (açılış 1996). http://www.nationalmuseumofiran.com/
Tahran’a gidenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. İçeride olağanüstü koleksiyonlar bulunuyor. Seramik eşyalar, çanak-çömlek, taş işçiliği. Bunların birçoğu da Persepolis kazısı sırasında bulunanlardan. Persepolis gezisi sırasında bizimle birlikte olan Fransız Frederich “Persepolisten çıkan birçok eser Paris’teki Louvre Müzesi’nde” demişti. Demekki hepsini götürememişler :), hala büyük parçalar ve kıymetli eşyaları müzede görmek mümkün.
Hemen yakınındaki İslami Eserler Müzesi’nde de daha çok ipek halı, kaligrafi - hattat işçilikleri, taş ve ağaç yapımı kılıçlar bıçaklar, oyma minyatürler mevcut. Tabii ki en muhteşemleri de, cennet kapıları adını verdikleri ağaç oymalı, sedef işlemeleri olan son derece görkemli kapılardı.
Müzeyi görmek isteyenler için, yarım gün bence en ideali. Ve de bir rehber eşliğinde gitmek sanırım daha faydalı olur.
Biz 2-3 saat ancak kalabildik. Öğlen yemek için Ali Şeküri’nin ofisine gittik. Gitmeden evvel Ali Bey yemeklerimizi hazırlatmıştı. Yine nefis kebaplardan yaptırmıştı. Yemek sonrası Dağcı Ali’yle ertesi gün 11’de buluşmak üzere sözleştik ve ayrıldı bizden. Ofiste hem karnımızı doyurduk, hem internetten e-postalarımızı kontrol ettik ve Büyük Pazar kapanmadan yetişmek için ofisten çıktık. Çünkü akşam 17:00 gibi kapanıyordu dükkanlar, ramak kalmıştı kapanmasına.
Bazar-ı Bozurg (Büyük Pazar – Kapalı Çarşı) bizim İstanbul’daki çarşının benzeri, ama daha büyük. Sanki içinde başka bir şehir var, başka bir mahalle, başka bir hayat. Tüm gün bile sıkılmadan dolaşılabilinir, hatta yetmeyebilir bile. Çok gizemli bir yer, hem de serin. Tek sıkıntı dar sokaklarda dolaşırken kalabalık oluşu ve geçerken hamallarla çarpışmak olur.
Büyük Pazarla ilgili topladığımız notlardan; 10 km uzunluğunda olduğu yazıyor. En büyük bölümünü halıcılar ve lüks mallar bölümündeki saatler ve kuyumcular kaplıyor. Bütün İran’ın perakende mallar sektörünün üçte biri, bu pazardaki alışverişlerde gerçekleşiyor. Her sokakta, her sapakta ayrı bir ticaret konusu. Bakırcılar, kağıtçılar, baharatçılar, tenekeciler, halıcılar, şekerciler, çaycılar. Sadece bunlar değil, ondan fazla cami, birkaç otel, birkaç banka ve hatta pazarın kendine ait itfaiyesi bile var burada.
Pazarda birçok dükkan kapanmıştı, biz direkt halıcılar bölümüne gittik. Çiğdem halı bakmak istiyordu, daha evvel de İsfahan’da birkaç dükkanda bakmıştık. İran’a gitmeden evvel fiyat araştırması yapmıştı, İran’daki halılar (ipek, yarı ipek) daha uygundu. Hem dükkanlar kapanıyor hem de biz koştura koştura dolaşıyoruz, doğrusu bu sefer çok dolaşamadık burayı. Geçen yıl geldiğimde daha çok dolaşmıştım. Geçen seneki ekipten Mustafa Akdemir’in sayesinde görmüştük buraları.
Hem Pazar kapanmak üzereydi hem bizler de epey yorgun olduğumuz için, alışık olduğumuz üzere bir çayhane arandık. Ali Şeküri de bizi bir taksiyle çok güzel bir parka gönderdi, sanırım Şehir Parkı’ydı adı. İçinde lokantaları, kitapçı dükkanı ve çay - kahve salonları olan yeşillikler içinde bir mekandı.
İran’da park, bahçecilik çok gelişmiş durumda. Geçen yıl geldiğimizde de  birkaç tanesini görmüştük. Hepsi de  inanılmaz büyüklükte, içlerinde koşu ve yürüyüş alanları, havuz, çocuk parkları olan büyükçe parklardı. Hatta birçoğunda spor aletleri bile var. Sabah ve akşam saatlerinde spor yapan insanlarla daha bir dolu oluyormuş.
Tahran modern bir şehir diğer illerden çok farklı. İstanbul gibi diyebiliriz. Genelde insanlar çok saygılılar, yavaş konuşuyorlar, nazik ve kibarlar. Trafikte nasıl bu kadar sabırsız ve hızlı oluyorlar, onu anlamak zor tabii...
Şehir parkında epeyce dinlendik, sohbet ettik. Çay-kahve, dondurma ne gördüysek yedik içtik. Akşama Rıza Bey’e sözümüz var, bizi evden alacak. Tahran’da bir başına kalmak kolay değil. Sabah biriyle akşam biriyle sürekli randevu halindeyiz :).
Buluştuk Rıza Bey’le. Bizi çok güzel bir yere yemeğe götürdü. Adını hatırlayamıyorum, Derbent yolunda tam köşede üst katlarda bir yerdi. (Çok kötü bir tarif oldu ama:)) Bu memlekette kebaba doyamıyoruz, her seferinde ayrı bir tad alıyoruz. Yine nefis kebaplar, bol pilavlar, yoğurt vs. ne ararsan var. Hele ince kıtır kıtır sıcak lavaş ekmeklerine bayıldık. Yoğurtları sarımsaklı da isteyebiliyorsunuz, oranın sarımsakları dağ sarımsağı diye geçiyormuş. Hem acı değil, hem de kokusu falan yok. Sadece lezzeti var. İnanılmaz güzeldi.
Siz kebap siparişi veriyorsunuz diyelim. Türkiye’deki gibi büyükçe bir tabak yanında da bir iki kaşık pilav koyarlar ya, değil işte. Koca bir tabak kebap geliyor, yanında da aynı büyüklükteki bir başka tabakta, beyaz tane tane dumanı üstüne pilav geliyor. Üzerine ne istemişsen artık safran, dere otu ya da başka birşeyle süslenmiş, yanında da bir parça tereyağı. Usul bu. Tereyağını sen karıştırıyorsun. Belki az yağlı yemek istersin diye yapılmış bu uygulama sanıyorum. İlk önce insanın gözüne çok büyük geliyor. “Yahu kocaman tabak nasıl yerim” diye düşünüyorsunuz, ama hiçbir şey bırakamıyorsunuz :). İnanılmaz güzel ve lezzetli olduğundan ne kadar “tabakta bırakayım, yemeyeyim hepsini” dediysem de silip süpürdüğüm çok olmuştur. Bu arada Azeriler pilava piloy, pirinçe de düyü diyorlar. Aslında bizim terekemelerde de aynı :). Piloy-hoşoy (pilav – hoşaf).
İran’da alkollü bira 3 $, hem de karaborsa.
Yemeğin ardından, Tahran’ın en popüler sosyal mekanlarından birisi olan Derbent’e gittik. Derbent rakım olarak biraz yüksekte ve Tahran’ın en kuzey ucunda olduğundan oldukça serin bir yer. Yukarıdan akan Nergis çayının etrafında oldukça fazla çayhane, kebapçı ve lokanta bulmak mümkün. Biz de, tıka basa kebaplarla doyduğumuz için, yakındaki bir çayhaneye daldık ve kilimli tahtlarından birine kurulduk. Çaylar kıtlama şeker ve hurma eşliğinde geldi. Bizler birer bardak içtik ama Rıza bey Ünal’a zorla iki demlik çay içirtti, hem de kıtlama :).
Hurmayla servis edilen çaylarımızı içip, ayrıldık serin mekandan. Çünkü gece yarısı olmuştu artık. Günlerdir hep aynı tempoda yaşamaktan ne kadar dirensek de, göz kapaklarımız düşmüştü. Dönüş yolunda gençlerin arabalarla flörtlüğüne şahit oluyoruz. Bizim en çok hoşumuza giden de, 4 genç kız arabayla gidiyorlar, müziği sonuna kadar açmışlar. Hem dans ediyorlar hem de şarkı söylüyorlardı, inanılmaz eğlenceliydi. Hatta bizim Rıza Bey onlar için “bulları görende adamın üreği açılır” dediğinde onun da çok hoşuna gittiğini anlamıştık. Söz eğlenceden açılmışken, Rıza Bey  Hazar kıyısında insanların yazlıklarının olduğunu genellikle yazın oraya gittiklerini çok rahatlıkla denize girebildiklerini anlatmıştı bize. “Bilirmisiz ki deniz gırağında çimiller” dediğinde “neyle” sorusu üzerine de “neyneeen mayoynaaan” diye cevap vermişti.
Eve döndüğümüzde 01:00’i geçiyordu, hem de epeyce geçiyordu. Odalarımıza geçip sızdık resmen.

31 Mayıs 2006 Çarşamba – TAHRAN

Birgün evvelinden sözleştiğimiz gibi, 10:30’da bizim kaldığımız evin önünde buluştuk Dağcı Ali’yle. Bugün dağcılık / kamp malzemelerinin satıldığı bölge olan Moniriyeh Square’e gideceğiz. Hem kendim için hem de arkadaşlarımın siparişleri vardı, onları halletmek istiyordum. Geçen yıl yine Ali’yle gitmiştik oralara...
Bizimkilere, isterlerse başka biryere gidebileceklerini söyledim. Ama onlar da gelmek istediler. “Belki birşey hoşumuza giderse biz de alırız” deyince hep beraber Ali’nin öncülüğünde, bahsi geçen bölgeye gidip dükkanları arşınladık. İstanbul’dan Hakan’ın verdiği tarifle North Face mont satan mağazayı da bulduk. Bulabildiklerimizi Ali’nin yardımlarıyla (hem tercüme hem de pazarlık etti) aldık.
İran’ın birçok şehrinde ama daha çok Tahran’da rastladığımız su kanallarından bahsetmeden olmaz. Tüm ana caddelerde, hatta ara sokakların bazılarında su kanalları gördük. Yaya yoluyla asfalt yolun arasında ince bir ark. Bazı caddelerde su kanalları biraz daha geniş tutulmuş, üzerlerine mini köprüler yapılmış, geçişleri kolaylaştırmak için. Akan sular şehre serinlik veriyor. Moniriyeh Square’de dolaşırken bolca su kanallarından geçtik. Sanırım en fazla da burada gördük.
Ali, Sadabad Sarayına gidebilmemiz için arkadaşından arabayı alacaktı. Hep beraber arkadaşının evine gittik, ev sahibi bizi evlerine davet etti. İran’da gördüğümüz ikinci evdi (kaldığımız misafirhaneyi saymazsak). Son derece modern döşenmiş, açık mutfaklı, klimalı, içinde mini havuzu olan bir ev. Sıcakkanlı ev sahiplerimiz hemen ikramlarda bulundular. 10-15 dakikalık ziyaretten sonra anahtarı da alıp, ayrıldık güzel insanlardan.
Araba hareket eder etmez, ne olduğunu anlayamadık. Sanki arabayı kullanan adam, biraz evvel yanımızda sessiz sakin oturan adam değildi de, yoldan çevirdiğimiz bir taksideydik. Ali de, tipik bir İran’lı şoför gibi kullanıyordu. Çiğdem Ali’ye “buraya oturunca size n’ooluyo ?”diye sorunca gülerek “yok, birşey yok” dedi :). Neyse ralli yapmadık demeyiz artık. Yoğun trafikte bize göre cebelleşerek, Ali’ye göre normal olarak vardık Sadabad Sarayı’na. Kapıdan biletleri aldık, dört kişi için 76.000 R. ödedik.
Sadabad deyince aklımıza ilk Sadabad Paktı geliyor nedense. Konuşurken bile park yerine pakt dediğim çok olmuştur. Hazır aklıma gelmişken yeri değil belki ama bir iki satır yazmak istiyorum.
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabad Sarayı’nda imzalanan dörtlü pakt, İtalya’nın doğu ülkelerini hedef tutan istila politikasından ve bu politikanın oluşturduğu endişeden doğmuştur. Dört Devlet, antlaşma ile dostluk ilişkilerini devam ettireceklerini, birbirinin iç işlerine karışmayacaklarını, ortak çıkarlarını ilgilendiren hususlarda birbirlerine danışacaklarını, birbirlerine karşı saldırıda bulunmayacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini taahhüt etmişlerdir.
Keşke anlaşmaya sadık kalabilselerdi L. Neredeyse 10 yıl gereksiz yere savaştılar.
Sadabad Sarayı Müzesi, Tahran’ın kuzeyinde Derbent’e çok yakın bir yerde. Burada toplam 18 değişik müze bulunuyor. Ancak bu müzelerin hepsi birden açık tutulmuyor. Sarayın Beyaz Saray isimli bölümü, son Şah Rıza Pehlevi’nin ikamet yeriymiş. Biz de 4-5 müze ancak görebildik. Fazla zamanımız yoktu.
Sadabad Sarayı’ndaki müzeler içerisinde beni en çok büyüleyen Farshchian Müzesiydi. Çağdaş Minyatür Ustası Mahmoud Farschchian’ın resimlerinin sergilendiği müzede, deyim yerindeyse büyülendik diyebilirim. Yanımızdaki Ali’nin de anlatımlarıyla, ustaya olan hayranlığım kat be kat arttı.
Ali’nin anlattığına göre, Londra’daki British Museum’dan oldukça caydırıcı bir teklif gelmiş. Demişler ki “resimlerinizi bizim müzemizde değerlendirelim ve sergileyelim. Hem çok iyi muhafaza ederiz, hem de karşılığında sizi epeyce memnun ederiz”. Adam “sizin ülkenin insanları bu resimleri görmeye gelebilirler, ama benim ülkemdekilerin gitmeleri o kadar kolay değil” demiş. Birçok insanın üç kuruşa memleketi bile satabildiği bir dönemde, bu hikayeyi duyunca İran’lılar adına ve insanlık adına, özellikle de kendine olan saygısına hürmet ettim... İnsan kendine saygılı olunca; başkalarına da da saygılı olabiliyor, emeğine de devletine de.
Sarayın ortada bir bölümünü de Şah zamanında kullanılan Şah’ın arabalarına ayırmışlardı. Araba tutkunları için görülmeye değerdi.
Bu kadar lüks, zenginlik iyi de, e nereye kadar ? Ne doyumsuz insanoğlu ya! Hayatları boyunca bolluk içinde yaşamışlar. Yaşamışlar yaşamasına da, en fazla beş öğün yiyebilmişlerdir. Daha fazla değil. Bizden en fazla birkaç öğün fazla. Ali’yle bu türden muhabbetler yaparken, anlattı. Zengin adam vasiyet etmiş, “öldüğümde tabutum omuzlarda giderken bir kolum dışarıda kalsın lütfen” demiş. Sormuşlar “neden” diye, cevap vermiş “dünya alem görsün ki öbür dünyaya birşey götürmüyorum” diye.
Birkaç müze daha görüp, hem akşamı ettik hem de epeyce yorulmuştuk. Sadabad Sarayı denilen yer, bir mahalle gibi, öyle böyle değil. Resmen bizim günübirlik yürüyüş parkurları kadar süren bir alan. Ortasından dere akan, yanında uzun selviler, çınarlar olan bir yer. Müzelerin birbirlerine olan mesafeleri en az 200 metre. Gitmek isteyenlerin en azından bir tam gün ayırmaları gerekiyor. İçeride çayhane ve lokantalar da mevcut.
Müzeden ayrılıp yemek yedik. Tüm Tahran gezimiz süresince Rıza bey de Ali Şeküri de, Dağcı Ali de ne taksi parası ne de yemek ücreti ödetmediler bize. İtiraz etmekten yorulmuştuk ama başedemedik. Bu akşam da Ali ısmarladı yemeğimizi. Ne diyelim, sağolsunlar.
Yemeğin ardından başka bir parka gittik, hem sohbet ediyoruz, hem de dolaşıyoruz, akşam da Tebriz’e geçeceğiz. Biraz sonra Ali Şeküri, ardından da Rıza Bey geldi ve altı kişi olarak parkta muhabbetimiz devam etti. Muhabbet güzel, insanlar güzel ama zaman kısıtlı. Ayrılmak istemesek de saatler hızla ilerliyordu.
Rıza bey telefonla birilerini arayıp yerlerimizi ayırttı –iş adamı tabii sağda solda bir sürü adamı var- iyi ki de ayırtmış yoksa yer bulamayacakmışız. Çünkü önümüzdeki Pazar günü, İmam Humeyni’nin ölüm yıldönümü dolayısıyla cumartesi ve pazar tatil olduğundan, İran’da neredeyse dört günlük bir tatil başlıyordu. O yüzden ne uçakta yer vardı ne de otobüslerde.
Parktan iki araç halinde ayrıldık. Dağcı Ali’yle 6 dakikada evin önüne geldiğimizde Rıza Bey’ler henüz gelmemişlerdi. Sonradan anlattılar meğer bizimkilere kavun aldırmış. Rıza Bey “sizde bu kadar lezzetlisi yoktur :)” demiş. Ünal da Tebriz’deki odasında kesti yiyemeden bıraktı garibim.
Neyse epeyce bekledik onları. Yukarı çıkamıyorum çünkü anahtar Ünal’da, evimizin erkeği ya, anahtar kendisine teslim edildi :). Nihayet geldiler yukarı çıktık, hızlıca valizleri topladık. Ben biraz zorlandım toparlanırken, zira iki mont iki polar ve baton aldım Tahran’dan ve nereye sığdıracağımı şaşırdım. Her birimiz en az 3-4 parça eşyayla –valiz, çanta, poşet vs- indik aşağıya. Evin önünde Rıza Bey’e teşekkür edip vedalaştık. Eşyalarımızla birlikte Ali’nin arabasına doluştuk ve rallinin son bölümünü yaparak (bunda şikayet etmedik çünkü yetişmemiz gerekiyordu) terminale vardık. Verilen saate göre 13 dakikamız kalmıştı otobüsün kalkmasına.
Terminale girip, koştura koştura acentanın önüne bir geldik ki amanın insan kaynıyor burası. Dağcı Ali, nam-ı diğer Pire Ali bir çırpıda aralara girip birilerini buldu. Eğer Ali olmasaydı ne araya girebilirdik, ne de bilet alabilirdik vallahi. Ali arkadan geçip, gişedeki adamın yanına girdi ve bizleri göstererek birşeyler söyledi de aldı biletlerimizi. Oh be bunu da atlattık !! Dışarı çıktık, araçların hareket ettikleri yere. Tahran’daki son saatlerimizi de bir dahaki görüşmenin temmennileriyle, telefon alışverişleriyle tamamladık. Hatta Ünal en son okuyup bitirdiği kitabını da, Ali’ye hediye etti. Oldukça da kalın bir kitaptı. “Ali üç senede bitirirsin di mi” dedim “yoooğh birce sene yeter maa” dedi :).
Valizlerimizi verirken, adam küçücük çantalarımız için “Siz üç kişisiniz ama 5 çanta var” deyip bizden fazla para almak istedi. Ben itiraz ettikçe Ali de cebinden çıkarıp vermeye çalışıyor. Yahu biz paramız yok diye itiraz etmiyoruz ki, sadece almayı hak etmediği için vermek istemiyoruz. Ama yine de Ali çıkarıp verdi bir 10.000 R. Sonra da ne yaptıysak ödeyemedik, tıpkı diğer harcamalarda olduğu gibi.
Otobüsteki yerlerimize oturana kadar başımızda bekledi Ali. Dedemin dediği gibi “dost, dostunu kalbinde bilir”. Yaptıkları için ne yazsam az kalır.
Otobüsümüz 22:10’da Tebriz’e doğru etti. Otobüste herkes Türkçe konuşuyor. Halktan aldığımız bilgiye göre İran’da 35 milyon Türk yaşıyormuş, 10 milyonu Fars diğerleri de Arap, Belluci falan olmalı.
Adamlar, iki koltuk fazladan koymak için, koltuk aralarını daracık yapmışlar. Koridor tarafında oturup bacakları da koridora attık ama, yine de sabaha kadar kasıldık. Çiğdem, arkasında oturan genç çocuğun ayaklarını koltuğa dayamasından dolayı bir türlü koltuğunu geriye yatıramadı. Hatta uyarmak istedi, ama çocuk lisanı anlamamazlıktan geldi. Bir ara benim koltuğuma da müdahale edince, arkaya dönüp “n’aapıyorsun sen?” sen deyince “bağışla” dedi. Ben de “bir daha yapma o zaman” dedim. Demek bu lisanı daha iyi anlıyordu ki, bir daha da koltuğumuza dokunmadı.

01 Haziran 2006 Perşembe – TABRİZ (Tebriz)

Rahatsız bir yolculuk olsa da uyuduk, uyandık ve sabah 08:00 gibi Doğu Azerbaycan’ın başkenti Tebriz’e vardık. Klasik olduğu üzere taksiyle otelimize vardık. Bu seferki otelimizi taksici seçti, artık kimseye itiraz edemiyorduk :).
Azerbaycan (Azarbayjan) adındaki otel yine şehrin merkezinde. Burada bir buçuk gece kalacağız. Ertesi gün sabaha karşı 04:15’te uçağımız var.
Otele yerleştik. Kısa bir duş ve otelde kahvaltımızı alıp, Çiğdem’le dışarı çıktık. Ünal dinlenmek istediğini söyledi. Biz de Pazar kapanmadan hızlıca pazara doğru yürümeye başladık. Otelimiz şehrin ortasında olduğu için heryere yürüyerek gidebiliyorduk.
Pazara giderken, yol üzerinde turizm bürosunun levhasını görüp oraya doğru seyirttik. Hem şehir haritası hem de bilgi almak için en uygun yer turizm ofisleri oluyor. iki katlı eski bir binanın üst katındaki ofis, resmen kule gibi. Şehrin merkezinde, heryere hakim ve tam da pazarın girişinde.
Pazara yaklaştığımız sırada, karşıdan siyah pantolonlu beyaz gömlekli, orta yaşlı bir bey bize doğru gelip, “hoş geldiniz, size yardımcı olabilirim, buyrun turizm ofisine gidelim” dedi. Biz de gitmeyi planlamıştık zaten ama, hemen turizm görevlisinden teklifi alınca geri çevirmedik.
Merdivenlerden yukarı çıktık, neredeyse her tarafı camlı olan turizm ofisine girdik. Oldukça ferah, büyükçe bir salon. Duvarlarda Tebriz ve yakınlarındaki turistik yerlerin büyük boy posterlerinin asıldığı, geniş deri koltukların bulunduğu bir odadayız. Kısa bir tanışmanın ardından çaylar geldi, şehir haritalarımızı aldık.
Nasser ve Mansur (sanırım soyadları Khan) adındaki iki bey devlet memuru olarak çalışıyorlar. Bizi karşılayan küçük kardeş Mansur Bey’di. Khan kardeşler aynı zamanda özel olarak turistlere turlar da ayarlıyorlar. Büyük abi 6-7 lisan, Mansur Bey de oldukça iyi İngilizce biliyor. Tabii ki biz Türkçe anlaştık. Muazzam Türkçe konuşuyorlar. İlk gün olmasına rağmen doğru adresteydik, zira bütün sorularımıza cevap bulduk. Üstelik de para bozdurduk. Hatta Lonly planet – İRAN 2004 baskılı kitabını da onlardan aldık. Yanlış hatırlamıyorsam 7 ya da 8 $ ödedik.
Tebriz Pazarı, şimdiye kadar gördüklerim içinde en bakımlısı, en temizi diyebilirim.
Bilgi: Doğudaki en büyük ve en önemli pazarlardandır. Pazar, uzunluğu, küçük kervansarayları, mimari üslubu ve içinde barındırdığı esnaf çeşitliliği bakımından Doğunun yetkin ve değerli bir örneği haline gelmiştir. İçindeki küçük çarşıların ve kervansarayların sayısı yirmiye ulaşır. Eskiden beri ticaret merkezi olmuş ve bugün de ülkenin kuzey batısının en görkemli ticaret merkezi olan Tebriz Pazarı, tarihi binalardan sayılmaktadır.
Mansur Bey’in rehberliğinde pazara daldık. Havanın sıcağına aldırmadan siyah ceketini de giymişti. İki dirhem bir çekirdek vaziyette dükkanların önünden geçerken, herkesle selamlaşıyor. “ellerin ağırmasın (kolay gelsin)”. Ne de olsa küçük bir şehir Tebriz, herkes birbirini tanır mutlaka, ama Mansur Bey’i tanımayan yok :).
Çiğdem halı almak istediğini söyleyince, direkt halıcılara daldık. Epeyce dükkan gezdikten sonra, ben başka bölümlere bakmak istediğim için, işlerimiz bitince turizm ofisinde buluşmak üzere ayrıldım onlardan.
Kuyumcuları, gümüşçüleri ve inci-boncuk satan bir sürü dükkanı tavaf ettikten sonra döndüm turizm ofisine. Biraz beklemenin ardından Çiğdem’le Mansur Bey de geldi. Çiğdem halısına kavuşmuştu nihayet.
Alışverişler tamamlanınca otele döndük. Pazardan aldığımız eşyaları odaya bıraktıktan sonra, Azerbaycan müzesine ve Gök Cami’ye doğru hareket ettik. Ünal da dinlenmiş Gök Cami’ye doğru geliyordu...
Buluştuk Gök Camii’de. Karakoyunlular döneminde Cihan Şah’ın yaptırdığı Gök Mescit, iki yüzyıl önce depremde harap olmuş, kubbe çökmüş, çinileri dökülmüş.  Şimdilerde içinde inşaat yenileme çalışmaları var ama, ne kadar yapılabilir bilemiyorum.
Girişteki çay bahçesinde oturup çay içtik. Emekli pilot olduğunu söyleyen 55-60 yaşlarındaki bir bey ısrarla İngilizce konuşarak Ünal’la sohbet etti, defter falan imzalattı :), telefonlarını aldı, Allah’tan hayırlısı bakalım :).
Tebriz’de görülmesi gereken güzel mekanlardan birisi de Şairler Mezarlığı. Tebriz’de, Azeri şiirinin ustaları yüzyıllardır aynı kabristana defnedilir. Şehriyar’ın görkemli mozolesi de buradadır. 
Bu sefer dolaşamadık ama yine de bahsetmek istediğim bir konu var. Geçen seneki Demavend sonrası gittiğimiz Tebriz ile ilgili yazıda şairlerden ve şehirden bahsedince, arkadaşım Nida Tonay aramıştı beni. Kısa bir hoşbeşten sonra, babaannelerinin hikayesini dinlemiştim. Adeta  tüylerim diken diken olmuştu. Bizim Feza (Nida’nın ağabeyi), çok önceden bahsetmişti, babaannesinin Tebriz’li olduğundan. Ama, anlatacağım kavuşma hikayesini Nida’dan duymuştum.
Efendim, zamanın birinde Azarbaycan’da sınırlar değişince, kardeşlerin kimi Doğu Azerbaycan’da, kimi de Batı Azerbaycan’da kalıyor. Türkiye sınırlarında kalan kızkardeşlerden birisi büyüyüp evleniyor. Çocukları oluyor, zaman geçiyor ve torunları oluyor. Fakat geçmişin özlemi, geride kalanların merakı bir türlü azalmıyor. Gel zaman, git zaman imkanlar artıyor. Sınırlar arasında giriş-çıkışlar da kolaylaşıyor. Bir ümit filizleniyor batı yakasındaki yürekte. Çocuklar ve torunlar el atıyorlar bu işe. Pasaportlar hazırlanıyor, adresler toparlanıyor en meşekkatlisinden. Varılıyor Şehriyarın şehrine. Yıllar geçmiş, zaman değişmiş, hiç birşey aynı kalmıyor. Tebriz de değişmiş tabii ki. Günlerce muhtarlıklar, nüfus idareleri arşınlanıyor. Neredeyse iki ay oluyor, ama hala tanıdık bir çift göz bulunamıyor.
Velhasılı kelam, uzunca araştırmalardan sonra, kapının biri çalınıyor. Kapıyı açan kişi, karşısındakini görünce bir dörtlük okuyor. Kapıyı çalan da ikinci dörtlüğü okuyor. Okudukları babalarının şiiriymiş meğer…
Nedense bu hikayeler, beni ayrı bir hüzünlendiriyor. Ne zaman kulağıma bir tar sesi gelse dedem gelir aklıma. Dedem (babamın babası) de savaş zamanında bölünen ailelerden. Beş kardeşten sadece 2 kardeş olarak kaçabilmişler ve hayatları boyunca başka akrabalarını göremediler. Azerbaycan’dan dedeme kaset göndermişlerdi. Kardeşleri seslerini kayıt etmişler, maniler şiirler okumuşlardı. Ne zaman boşluk bulsa, hele ki yaşlandığında, başını eğer gözlerini kapar ve saatlerce aynı kaseti dinlerdi…
Bu da dedemden:
Gardaşı gardaşı
Garlı dağdan gardaşı
Elin gönlü yar ister
Menim gönlüm gardaşı…
Biraz fazla dağıttım neyse. Gök Camii’nin hemen yakınındaki Azerbaycan Müzesi’ni de gördük. Akşam yemeği için ana caddedeki lokantalardan birisine daldık. Adını hatırlayamıyorum ama birkaç basamak merdivenle inilerek girdiğimizi hatırlıyorum. Bol aynalı, çokca masaları olan bir lokantaydı. Görüntü cok iyi olmasa da yemekler nefisti. Siparişlerimizi verdik, tabii ki kebap. Bizim kebaplar hazırlanırken masamız yoğurt, çorba, soğan, limon, ekmek vs. ile donandı. Çorbayı büyük bir kaseyle masanın ortasına getiriyorlar, siz istediğiniz kadar içebiliyorsunuz. Bizim çorbalara çok benziyor, pek sevdik çorbayı. Doymak üzereyken kebaplarımız geldi, yine dumanı üstünde kar gibi bembeyaz pilavlar. Off nefisti valla !! Hatırlayınca bile ağzımın suları akıyor...
Yemeğin ardından akşama doğru Tebriz’li halkın çoğunun gittiği İlgölü (Şahgölü)’ne gittik.
Bilgi: İlgölü, şehrin sırtlarında büyük bir havuzun çevresindeki bakımlı bir park. Akşamüstlerinden başlayarak Tebrizlilerin buluştuğu, yürüyüşe çıktığı, dinlendiği geniş bir alandır. Kentin sosyal yaşamının bir parçasıdır. Eskiden adı Şah Gölü’ymüş, sonradan İlgölü olmuş.
Gittiğimiz taksi şoförüyle sohbetimiz sırasında, laf döndü dolaştı bir hafta evvelki karikatür krizine geldi. Halk bayağı ayaklanmış, arbede yaşanmış, yol kenarındaki iş yerlerinin camları kırılmış, bankaların atm’leri harap olmuş, hatta birkaç binayı da ateşe vermişler.
İlgölüne götüren taksici  çok kızgındı. Olayların çıkmasına sebep olan karikatürcü ölsün diyordu. “İhanet etti, bunu yapanı televizyonda göğe yükseltmeleri gerekti” dedi. Asmaları lazımdı demek istedi herhalde. Sanırım biraz fanatik bir abi.
Tebriz’de askerler sokaklarda, tetiktelerdi. Her an arbede çıkabilir diye hem sivil hem de üniformalı askerlerle, polisler köşeleri tutmuşlardı. Taksici bize gençleri göstererek “cevannar toplaşıllar”, hem de askerleri göstererek şehirdeki durumun biraz gergin olduğunu anlatıyordu. Bence en gergin kendisiydi :).
Velhasılı kelam akşam 18:00 gibi geldik İlgölü’ne. Geçen yıl, adamın biri bize İlgölü’nü tarif ederken  “Yekkeeee bir göldü, gedin yeyin için geziin, ahşama çen” demişti. Hem adamı hem de birlikte geldiğim Şirin’i ve Hakan’ı anıp, onlara İlgölü’nden selam mesajlarımı attım.
Tebrizlilerin hepsi burada sanki. Genç-yaşlı, çoluk-çocuk herkes gelmiş. Bizimkiler gölün karşı tarafındaki bir kafeye doğru giderken, ben de geçen sene gitmediğim üst taraflara gidip, fotoğraf çekmek istediğimi söyleyerek onlardan ayrıldım.
Merdivenlerden yukarı çıktığımda gözlerime inanamadım. Büyük bir alan, piknik yapan, voleybol oynayan, koşuşturan, resim yapan insanlarla dolu burası. Sakız satan iki çocuğun suda oynamasını seyrettim uzunca bir süre. Sonra da fotoğraflarını çektim eğlenceli tiplerin. Biraz dolaşıp birkaç da manzara fotoğraf çektikten sonra indim aşağıya. Bizimkilere doğru giderken, iki genç çocuk yanıma gelip “Abla arkadaşların şu karşıdaki kafede oturuyor” dedi. Bizimkilerin yanına oturduktan bir müddet sonra da yanımıza geldiler.
Tebriz’li Armin ve ailesi, uzunca bir süre Eskişehir ve Ankara’da yaşamışlar. Şimdiyse Armin ve babası burada bir fotoğrafçı dükkanı işletiyorlar, kız kardeşi ve annesi de Ankara’da yaşıyorlar.  Annesi İran’da yaşamak istemediği için dönmemiş ve bir iki sene içinde hep birlikte başka bir ülkede yaşama planları varmış.
Çay içtik. “Kalyan çektik” İran’lıların deyimiyle. Epeyce muhabbet ettikten sonra, adını ve kendisini çok beğendiğimiz Armin (tecrübeli demekmiş) bizi, babasının yakındaki fotoğrafçı dükkanına davet etti.  Biz de Armin’i kırmayıp, İlgölü’nden bir taksiyle gittik dükkana. Bize çok sevdiği pastalardan ikram etti, bana Azeri CD’si hediye etti, taksi ayarladı daha ne olsun. Babasıyla Ünal sohbet ederken, dükkanda çalışan iki İran’lı hanım da Ünal’ı dinlemekten kendilerini alamadılar. Mesaileri bittiği halde gülümseyerek, hayranlıkla Ünal’ı dinliyorlardı. Artık alışkınız bu duruma...
Yine akşam oldu, ne kadar çabuk kaynaşıyorsak o kadar da çabuk ayrılıyorduk insanlardan. Bu kaçınılmaz bir durum olmuştu. Armin’in ertesi günkü Kendovan gezimiz için ayarladığı taksiyle döndük otelimize.

02 Haziran 2006 Cuma – TEBRİZ (son günümüz L)
10:30’da taksi geldiğinde hazırdık lobide. Sabah otelde kahvaltı sorunu yaşamıştık biraz, ama düzeldi sonradan. Kendovan için taksi gidiş – dönüş ücreti 150.000 R. Taksi şoförümüz dün akşam bizi getiren çocuk. Adı Babek (Kaleibar’daki kalenin adı). Turizm ofisinde Babek kalesinin fotoğraflarını görmüştük, çok güzel bir kale. Babek rehber demekmiş, yani lider anlamında. Her yıl 9 Temmuz’da Babek’in doğum günü olduğu için herkes Babek kalesine gidiyormuş ve orada kutlamalar yapılıyormuş.
İran’da yılın ilk günü bizdeki 21 Mart’a denk geliyor. (Bunu da yazmak istedim, niye bilmiyorum ama, bulunsun :).)
Kendovan, Tebriz’e 50 km uzaklıkta bir yerleşim yeri. İran’ın minyatür Kapadokyası olarak biliniyor. Tabii ki ancak yüzde biri kadardır. İçleri oyularak ev haline gelmiş olan peri bacalarında yaşayanların büyük çoğunluğu, Azeri Türkleri.
Babek taksiyi park etti. Ünal ve Babek aşağıda nehrin kenarındaki çayhanelerinde oturacaklarını söyleyip bizden ayrıldılar. Çiğdem’le ikimiz de Kendovan masalının içinde dalıp, çıkmaz sokaklarını, bacalarını, kapılarını pencerelerini fotoğraflamaya başladık. Köylülerin birçoğu nakliye ve ulaşım sorunlarını eşekleriyle gideriyorlardı. Habire eşek üzerinde, bayanların çoğunlukta olduğu konvoylara rastladık. Fotoğraf çekmek ne mümkün, Türkçeleri biraz değişik de olsa anlaşılıyordu söyledikleri. Bir ara başka bir turistin elindeki kocaman fotoğraf makinasının kendisine doğru tutulduğunu farkeden hanım “maymun mu oynuyor burada !” gibi birşeyler söyledi. Bunu duyduktan sonra, minicik Canon makinamı kimselere göstermeden daha dikkatli çekmeye başladım.
İneklerini sulamadan getiren genç çobanla konuştum. Muhabbet sırasında bana “İbrahim Tatlıses’in kaseti var mı ?” dedi. Keşke olsaydı yanımda L. Eğer gidenler olursa mutlaka kaset alsınlar yanlarına.
Daha sonra da birkaç kız öğrenciyle konuştuk, normal Türkçe’yi çok iyi anlayamıyorlar ama Terekemece konuşunca daha kolay anlaştık. Hatta kızlardan birisi “seni bezi bezi annıyıram, ama öbürküler danışanda başa tüşmürem” demişti. Ben de “sizlere hem dil hem de coğrafya olarak biraz daha yakınım”  demiştim.
Kapadokya gibi bir yer olan Kendovan dolaşıldı, evlerin arasına dalıp fotoğraf çektim ve bizimkilerin yanına döndüm. Nehrin kenarında kalyan (nargile) çektik, çay içtik, sohbet ettik. İran’da hanımları kalyan çekerken görmedik pek. O yüzden de bayağı bir seyirliktik :).
Öğleden sonra 14:00 gibi ayrılmak istedik bu eski köyden. Cuma günü tatil olduğundan, bugün inanılmaz kalabalıktı. Aracın yanına gittiğimizde, önüne başka bir aracı parketmiş vaziyette bulduk.  Arabasının önüne cep telefonunu yazmış adam. Taksi şoförü yine Ünal’ın telefonundan aradı. Adam gelince bizim taksici “ellerin ağırmasın (çok zahmet oldu, eline sağlık)” deyince çok şaşırdım. Bizde genelde uyarılır, ikaz edilir ya... “Kardeşim niye bırakıyorsun, demiyor musun bu araç nasıl çıkacak ?” falan diye. Tabii herifte silah yoksa yırttın :). Şaka bir tarafa bu kibarlıkları mest etti bizi... Bir de çok hoşlandığım deyişlerinden biri de “yorulmayasız” yani kolay gelsin demekmiş. Ne kadar güzel değil mi ?
Dönüş yolunda, Ünal ve sevimli tombul şoförümüz Babek, arabalar hakkında epeyce sohbet ettiler. Tebriz’e dönünce Babek’le birlikte dondurmacıya daldık, güzel dondurmalarından da tattık. Daha sonra Babek bizi otelimize bıraktı. Otele dönüp eşyalarımızı topladık, daha sonra da kalan işler (alışverişler) için herbirimiz bir yerlere dağıldık.
Geçen yıl da cuma günü Tebriz’deydim ve birçok yer kapalıydı. O yüzden “geçen yıl alışveriş yaptığım dükkanı bulmalıyım” deyip, Tebriz’in en işlek caddesinden yürümeye başladım ve buldum dükkanı. Bizimkilere (evdekilere) kıtlama şeker almak istiyordum. Geçen sene götürmüştüm tavan yapmıştı :). Dükkana girip şeker sorunca adam gülümseyerek suratıma baktı. Ben ondan önce davranıp “geçen yıl sizden şeker almıştım” deyince adam “beee siz 3 nefer (kişi) gelmişdiiz, pendir (peynir)de almışdıız” dedi. E bravo valla. Tebriz’li amcaya şimdi de 3 nefer geldiğimden, yine akşam döneceğimden bahsettim ve şekerlerimi alıp ayrıldım dükkandan. Otele dönüp valizimdeki kalan boşluklara da şekerleri teptim.
Herkes özel işlerini halledince, akşam yemeği için toplanıp dün akşamki yerimize gittik. Adamlar bu sefer Türkçe müzik falan koydular bizim şerefimize. Son akşamımızda da nefis lezzetli etlerimizi ve pilavlarımızı yedik. Yine çorbamız ve yoğurdumuz, güzel ekmeğimiz vardı soframızda. Yemekten sonra, Çiğdem yorgun olduğunu söyleyip otele döndü. Biz de İlgölü’ne gitmek üzere taksiye bindik ve İlgölü’ne gittik. Amanın bu akşam dünden de kalabalık!!  Çünkü tatil.
Biz yürümeye yeni başlamıştık ki, yine iki genç arkadaş yanımıza gelip “abi siz Türk müsünüz?” diye sordular ve onlarla birlikte sohbet ederek yürümeye başladık. İkisi de askermiş. Cevat adında daha girişken olanı, 6 gün sonra terhis olacakmış, diğerinin ise daha 7 ayı varmış. Bizim turist olduğumuzu anlamışlar ama, Türk olduğumuzu Ünal’ın elindeki tesbihten anlamışlar. Cevat’ın deyimiyle “normal turist tesbih çevirmez, olsa olsa Türk’tür” demişti :).
Sırası gelmişken biraz da tesbihten bahsedelim. Ünal, İsfahan kapalı çarşıdan, orjinal taş diye satın aldığı tesbihi daha sonra başka bir satıcıya gururla göstermişti. Satıcı da “orjinal olmasına orjinal ama, taş değil şişe (cam)L” deyince, tur süresince ne dilinden ne de elinden eksik etmedi pür şişe olan tesbihini :).
İran’da askerlik 24 ay yapılıyormuş. Her iki asker de tıpkı diğer İran’lılar gibi Türkiye’ye çok gelmek istediklerinden, özellikle Bodrum ve Antalya’yı çok görmek istediklerinden bahsettiler. Bizlere oteller, uçak ve yemek fiyatları hakkında sorular soruyorlardı. Askerlikleri bittikten sonra pasaport alabileceklerdi, daha önceden alamıyorlarmış.
Onlarla otururken Armin’le arkadaşı da geldi yanımıza. Kendovan gezimizi sordu, konuştuk vedalaştık onlarla da. Son kez çayımızı içip kalyanımızı çektik ve günlerdir taşıdığım sipsimle de vedalaştım. İlgölü’nden ayrılıp bizim askerlerle birlikte bindik taksinin birine. Bizim askerler kaşla göz arası taksiciye ücreti ödemişler, yine bize birşey ödetmediler. Vee kaçınılmaz vedalar. İyi dilekler sunularak indik araçtan. Otelden sabaha karşı ayrılacağımız için ödemelerimizi yaptık. Taksiyi Babek ayarlayacaktı, bu konuda sıkıntı yoktu. Biraz kestirmek üzere odalara gittik.
Gece 02:30’da valizlerimizle birlikte, bizi bekleyen taksiye binmek üzere aşağı lobiye indik. Taksimiz bizi bekliyordu, hemen valizleri yerleştirdik ve yaklaşık 20 dakika sonra Havaalanına vardık. Açık olan tek bankaya elimizde kalan Riyalleri geri vermek istedik, ancak alamayacağını söyledi. Hatıra olsun diye saklayacak kadar da az değil paramız ama birdahaki sefere kullanırız artık :). İNŞALLAH
Uçak havalanırken başımı açtım ve üzerimdeki uzun tuniği de çıkardım. Heyooo !! Yalnız bir ben değil, bütün İran’lı hanımlar benden evvel değiştiler. 06:30’da uçak İstanbul’a inince gözlerime inanamadım valla. Bu kadar bayan binmiş miydiki uçağa ? :)
Az gittik uz gittik, İran'ı baştan ayağa olmasa da epeyce bir bölümünü günümüzün yettiğince, gözümüzün döndüğünce gezdik gördük.
İsteyen herkese nasip olsun...
Khoda Hafez… (Farsça hoşçakalın)

Tezcan EFENDİOĞLU – 24/08/2006 – İSTANBUL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder