20 Kasım 2013 Çarşamba

Osmanlı ve Bilim

TÜRK MUCİZESİ
Cumhuriyet  90  Yaşında
Turgut Özakman

Büyük Üstat Sayın Turgut Özakman’ın Temmuz 2013 tarihinde kaleme aldığı Cumhuriyet ile ilgili bu son yazısını okumanız temennisiyle

Cumhuriyet 90.Yaşında
Turgut Özakman
Milli Mücadele’yi gerektiği kadar bilmeden, Osmanlı devletinin külünden yaratılan bu yeni devletin ve rejimin kuruluş hikâyesini, felsefesini, gerekçesini, nedenlerini ve amacını anlamak, kavramak, sindirmek, bu oluşumun bilincine varmak mümkün değildir.
Osmanlı Devletinin neden ve nasıl yıkıldığını da iyi bildiğimizi söyleyemeyiz..
Durum, bu iki konuda halkımızı başarılı şekilde bilgilendirmediğimizi göstermektedir. Var olan bilgi düzeyi ile sağlıklı bir tarih bilincinin oluşması zor, günü yorumlamak, geleceği kestirmek daha da zor.
Cumhuriyeti, yani Türk Rönesans’ını, aydınlanmasını, kurtuluşu anlatmak istiyorum. Bunun için hızlı bir tarih yolculuğu yapmak gerekiyor.
Akıl Batıda şöyle bir süreçten geçmiştir.
Akıl antik çağda özgürdü. Hristiyanlığın doğuşundan sonra, özellikle orta çağda Katolik Kilisesi aklın özgürlüğüne son verdi, aklı denetimi altına aldı. Kilise Babalarının ileri sürdüğü görüşler, tek doğru olarak kabul edilir, tartışılmaz. Tartışmaya kalkışanların hayatları tehlikeye girer. Engizisyon dönemi özellikle aklı özgürleştirmek için başlayan kıpırtılara karşı Kilisenin tepkisidir. Kim bilir kaç kişi işkence gördü, kaç kişi zindanlara atıldı, kaç kişi yakıldı.
Buna karşılık İslamiyet aklı yüceltmiş, Doğuda bilim hayatını canlandırmıştı. Bu, Doğu Rönesans’ıdır. Bu dönem Farabi gibi, İbn-i Sina gibi, İbn-i Rüşt ve benzerleri gibi büyük bilginler dönemidir. Çalışmalarının etkileri Batıya da yayılıyordu. Fakat İslam Rönesans’ı uzun sürmeyecek, 12. yüzyılda enerjisini yitirmeye başlayacaktır.
Osmanlı Devleti bu sırada kurulur.
Orta çağa özgü bütün imkânları iyi kullanarak, adım adım güçlü, zengin, önemli bir devlet olur. Üç kıtaya yayılır. İstanbul'u alır. En büyük gemileri Osmanlılar yapıyor, en büyük topları Osmanlılar döküyordu. En güçlü ordu Osmanlı ordusu idi. Askeri örgütleri örnek oluşturan bir nitelikteydi. İlginç bir toprak rejimi kurmuşlardı. Başka din mensuplarına hoşgörü ile bakıyorlardı. Bu, o çağdaki bütün devletlerden ayıran büyük bir özellikti. Medreselerde, dini bilgiler yanında, tıp, astronomi ve matematik de öğretiliyordu. Gittikçe gelişen bir mimari, musiki, şiir hayatları vardı. Çinicilik çok gelişmişti. Fakat halkın eğitimi için özel bir çaba harcanmaz. Buna ihtiyaç duyulmaz. Osmanlılarda anavatan düşüncesi de yoktur. Bu nedenle Anadolu'ya önem verilmez, bakımsız, yoksul bırakılır. Devleti kuran, korumak için gerektikçe kanını döken Türkler de arka plana itilir. Ön planda devşirmeler yer alır. İlk iki padişah dışında hiç biri bir Türk’le evlenmez. Padişah anneleri Çerez, Abaza, Rus vb.dir. Buna karşılık Türkçe, devletin kurucu dili olarak, varlığını korur.
Kilise gerçeği bulma tutkusunu, doğayı, insanı, dünyayı, evreni araştırmayı, deneyi, kısacası aklın özgürlüğünü, araştırıcılığını, bilimselliği durduramıyordu. Bilim adamlarının, düşünürlerin ve o dönemin cesur üniversitelerinin önünde, adım adım geriler. Sonunda akıl çağına geçilir. Böylece Batı, İtalya’dan başlayarak Rönesans’ı, hümanizmayı, kısacası aydınlanmayı yaşamaya başlar. Bu, insanlık tarihinin en büyük dönemeci, en büyük devrimidir.
Orta çağa özgü bütün bilgiler elden geçirilip yenilenir, bilim dallarında devrimler, buluşlar, deneyler birbirlerini kovalar. 16.Yüzyıl sonu ile 17.Yüzyıl bilimin ve sanatın zafer çağıdır.
Avrupa aydınlığa, bilimselliğe, sanatta yeni ufuklara, buluşlara, yaratılara, özgürlüğe, sanayi devrimine yol alırken, sınırlarının az ötesinde, Batılı bilginler ve düşünürler, bilim ve düşünce dünyasını sarsarlarken, Osmanlılar ne yapıyorlardı?
Sınırdaş oldukları için Batıdaki değişimi elbette fark etmişlerdi ama önemsemezler. Osmanlı toplumu yaşayış tarzı ve düşünce hayatı bakımından içe dönük bir toplumdur. Genel olarak kendi kültürünü, hayat ve düşünüş tarzını beğenir, başkalarını ilgiye değer bulmaz. Bu nedenle gelişme ve değişmelerden yararlanmayı düşünmez. Küçük bir merak bile duymaz. Kendini yenilemeyi, çağa ayak uydurmayı başaramadığı için gittikçe çağ dışı kalacaktır. Batıda medreseler üniversitelere dönüştürülürken, Osmanlıda medreselerden müsbet bilimler uzaklaştırılır.
Medreselerde yalnız din bilgisi verilir. Osmanlı bilim ve düşünce dünyası akla, bilimsel kuşkuya, araştırma ve incelemeye dayanmayan, eskilerin verdiği bilgilerle yetinen, onları tekrar eden sığ bir anlayış içinde donup kalır. Bu gerileyiş şu sonuca varır: İnanç aklın önüne geçer, merak, kuşku, araştırma ihtiyacı, icat ve keşif duygusu, yerini tevekküle bırakır. Doğa olayları Allah’ın hikmeti olarak değerlendirilir, nedenleri araştırılmaz, kurcalanmaz. Bazı konuları irdelemek Allaha saygısızlık olarak kabul edilir.
Oysa tarihin bu dönemi öyle bir dönemdir ki durmak, çağdışı kalmak ve çürümek demektir.
Batılı büyük devletler dünya denizlerine buharla, sonra petrolle işleyen gemileriyle egemen olurken, ülkelerini demiryollarıyla donatırken, ağır sanayilerini kurarken, halkın eğitimine büyük önem verirken, Osmanlı gittikçe gerileyerek, ufalarak, çağdışı kalarak, sürekli yenilerek, son yüzyılını ‘hasta adam’ olarak geçirdi.
Sonunda tarih sahnesinden silindi.
Tarihte 20.Yüzyıla kadar yaşamış bir büyük devletin bu kadar zayıfladığı, çağ dışı kaldığı hiç örneği olmayan bir olgudur. Bunu geri kalışın, yoksulluğun ve ilkelliğin sorumluları, Osmanlıyı parçalamak için türlü düzenler çeviren büyük devletlerle birlikte, ufuksuz Osmanlı yöneticileridir.
Bu gerileyişin ve yıkımın nedenlerini doğru ve iyi öğrenmeden, Osmanlı’nın son iki – üç yüzyıl neden savaş alanında, diplomaside, bilimde, sanayide, ekonomide, siyasette, eğitimde, sağlıkta sürekli yenildiği, yöneticilerin ve aydınların neden Avrupa karşısında aşağılık duygusu içinde kaldıkları anlaşılamaz.
Bir büyük devlet birkaç nedenle yıkılmaz. Birbirine bağlı birçok nedeni vardır. Ben ana nedenleri temsil ettiğini düşündüğüm birkaç örnek vermek istiyorum. Örneklere bakarak genel durumumuzu anlayabiliriz.
Matbaa 1454 yılı buluşudur. Yahudiler ve Hıristiyanlar bir süre sonra İstanbul’da matbaalar kurup kitaplar basabilmişlerdir. Ama matbaa Müslümanlara yasaktır. Ancak 275 yıl sonra 1729’da Türkçe kitap basılması caiz görülecek, din kitapları basılması ise daha uzun zaman yasak olacaktır.
Aradaki fark şöyle:
1729’dan 1830 yılına kadarki 100 yıl içinde Osmanlı’da sadece 180 kitap basılmıştır. Batıda ise 1454 yılından 1500 yılına kadar ki 46 yıl içinde basılan kitap sayısı 40 000’dir.
Batı dünyası ile Osmanlı dünyası arasında bu aşamada 39.820 kitap fark var ! Kısacası 300 yıl.
Rahmetli Atatürk diyor ki:
“İstanbul’u fetheden kudret, yaklaşık olarak o yıllarda icat edilmiş olan matbaanın Türkiye’ye girmesini sağlayamamış, bağnazların uğursuz direncini yenmeyi başaramamıştır.”
***
Astronom Takyettin Efendi Padişaha dilekçe vererek rasathane kurmak için izin ve yardım diler. Bu dilek uygun görülür. Tophane sırtında bir rasathane yapılır. Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi Padişaha 'göğü incelemenin, rasat yapmanın uğursuzluk getireceği' yolunda bir şikâyette bulunur. Bu şikâyette Şeyhülislam diyor ki:
' Göklerin sırlarını küstahça sına öğrenmeye cüret etmenin akıbeti iyi değildir. Nerede bir rasathane kurulduysa orada devlet binası yerle bir olmuştur.'
Padişah dehşete kapılır. Rasathane bir gece içinde yıkılır.
Bu olayın tarihi 1579'dur.
***
Bu tarihlerde Osmanlı toplumunda astronomi bu talihsizliği yaşarken, yıldız falcılığı önemli bir kurum olup çıkmıştır. Zamanla neredeyse müneccimlere danışılmadan hiçbir işe girişilmez. Müneccimbaşı sarayın önemli bir görevlisi olur. Osmanlı ordusu 1716'da Petervaradin'de bozguna uğrayınca, bu yenilgi yıldız hesaplarının iyi yapılmayışına bağlanır.1
1 Petervaradin savaşında şehit düşen Damat Ali Paşanın malları müsadere edilir. Zengin bir kitaplığı vardır. Şeyhülislam bu kitaplardan felsefe, eski çağ tarihi ve astronomiye ait olanların genel kitaplıklara konulmasını uygun bulmaz, yasaklar. Bağnazlık aklın önüne geçmiştir.

III.Mustafa 1757 yılında tahta çıkmıştır. İlerici padişahlar arasında sayılır. Batının gelişmesini hasetle izler. Tehlikenin farkına varmıştır. Padişaha göre Batının bu gelişmesinin nedeni daha iyi müneccimlere sahip olmasıdır. O zamanki Fransız Elçisi diyor ki:
"Padişah Fransızların müneccimler vasıtasıyla geleceği öğrendiklerine inanmıştı. Bunun tersine bir türlü ikna olmuyordu. Bu kadar acayip bir hurafeyi yıkmak için elimden geldiği kadar boşuna çalıştım."
Padişah yüzünü gittikçe geliştiğini duyduğu Prusya'ya çevirir.
Ordunun yenilgileri bu iyi kalpli Padişahı üzmektedir. Ciddi önlemler almaya karar verir. Ahmet Resmi Efendi adlı birini Prusya Kralı Büyük Frederik'e yollar, Kraldan 3 iyi müneccim istemeye memur eder. Amacı bu usta müneccimler sayesinde girişimleri için uğurlu gün ve saatleri belirlemek ve iyi komutan seçebilmektir. Artık yenilmek istememektedir. Büyük Fraderik'in yanıtı ünlüdür:
1. Tarih okumak ve eski deneylerden yararlanmak,
2. İyi bir orduya malik olmak,
3. Hazineyi dolu tutmak.
Kral Ahmet Resmi Efendiye kendisinin üç münecciminin bunlar olduğunu söyleyecektir.
Osmanlı Padişanın müneccim istediği sırada büyük düşünür Kant Prusya'da yaşamaktadır. Filozof Voltaire Büyük Frederik'in danışmanıydı.
Bilgi ve zekâ düzeyimizi düşünün.
***
Osmanlı bilim hayatından Piri Reis gibi bir yıldız geçmiştir. Büyük bir denizci ve haritacıdır.
Ama bakınız neler olur.
Duvar haritaları, atlaslar Damat Sait Paşayı çok kızdırır. Bunların bir tür resim olduğunu, resmin ise dince caiz olmadığını ileri sürerek, Padişaha sürekli şikâyette bulunur. Padişah kendisini Sadrazamlığa getirince, bütün haritaları imha ettirir.
Amiral Spiritov'un komutasındaki Rus donanmasının Baltık denizinden harekete geçip Osmanlı donanmasını sıkıştıracağı söylentisi yayılır. Osmanlı yönetiminin bilgisine göre Akdeniz kapalı bir denizdir. Rus donanmasının Baltık'tan hareketle Atlas okyanusundan dolaşarak Cebel-i Tarık'tan Akdeniz’e girebileceği düşünülmez. Söylentiye gülüp geçerler.
Rus donanması Cebel-i Tarık'tan Akdeniz'e geçer, Çeşme önünde, hiç bir tehlike beklemeyen Osmanlı donanmasını bastırır ve yakar.
Bu olayın tarihi 1770'tir.
***
XVIII. ve XIX. Yüzyılda gerileme sürer. Plevne savunma zaferi ile övünürüz ama Rus ordusu ilerler, Yeşilköy'e kadar gelir. Oraya bir zafer anıtı diker.
Herkes istediği başlığı giymektedir. II.Mahmut bir birlik sağlamak için fes giyilmesini kararlaştırdığı zaman softalar fese karşı çıkar, ayaklanırlar. Bunların torunları da fes yasaklandığı zaman tepki gösterecekler, fesi savunacaklardır. Okullarla büyüteç ile ateş yakmak gibi deneyler şeytan işi sayılır. II.Mahmut devlet görevlilerinin artık pantolon ve ceket giymelerini emreder. Kavuklu, şalvarlı, kaftanlı Osmanlı görevlilerinin yerini İstanbulin, redingot giyen, boyun bağlı, iskarpinli, çağdaş görünüşlü yeni Osmanlılar alır. Bu gibi yenileme çabaları yüzünden, gericiler, Padişahı "gâvur Padişah" diye anarlar.
Gerilemeyi durdurmak, çağa yaklaşmak, gelişmeyi sağlamak için Padişah Abdülmecit Tanzimat'ı ilan eder. Olumlu etkileri olur ama halka yayılmaz. Tanzimat tarzı yaşayış İstanbul ve İzmir'de bir iki semtte gerçekleşir. Eski ile yeninin çatışması sürüp gider.
***
Osmanlı İmparatorluğu 1886'da iflas eder. Borçları ödeyebilmek için vergileri yabancı bir kurumun toplaması kabul edilir (Duyun-u Umumiye). Bu olgu devletin ne durumda olduğunu anlatmaya yeter.
***
1912 Balkan Savaşı devletin ordusu, yönetimi, morali, örgütlenişi ile bitişe yaklaştığını gösterir. İki büyük Osmanlı ordusu, yeni kurulmuş dört küçük devletin orduları önünde bozguna uğrar. Bulgarlar Çatalca'ya kadar gelirler. Edirne güçlükle geri alınır.
400 yıllık Rumeli bir ayda elden çıkmıştır. İstanbul Sağ kurtulabilen Rumeli göçmenleri ile dolar. İstanbullular vatan kaybetmenin ne kadar acı bir olay olduğunu bu göçmenlerden öğrenirler. Oysa kısa bir süre sonra aynı acı olayı kendileri de yaşayacaklardır.
Dört yıl süren 1.Dünya Savaşından Osmanlı devleti yenik çıkar. Mondros ateşkes anlaşması Sevres Antlaşmasının önsözü gibidir. İstanbul ve yer yer Anadolu işgal edilir. İstanbul yönetimi Devletin ölüm fermanı olan Sevres Antlaşmasını imzalar (10 Ağustos 1920). Bu yönetimin niteliğini belirten bir örnek vereyim. Yunan ordusu Uşak ve Bursa'ya doğru yürüdüğü sırada, İstanbul hükümetinin Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi bir demeç vererek Müslüman Türklere diyor ki :
“Yunan ordusunun başarısı için dua ediniz.”
Anadolu yoksul ve cahildir. Altı yıldır savaşmaktan bitkin düşmüştür. Yeniden dört yıllık bir savaşı daha göze alacağına kimse inanmaz. İnanmayanlar yanılırlar. Anadolu hem emperyalistlere, hem düşmanla işbirliği halindeki İstanbul yönetimine karşı ayaklanır.
Milli Mücadele yurt sevgisinin emperyalizmden de, saltanattan da daha güçlü olduğunu kanıtlayan bir destandır. Kuva-yı milliye Çanakkale ruhunun daha güçlenmiş, daha bilinçlenmiş, daha yaygın ve coşkun bir devamıdır. Kadınlar ve erkekler, Atatürk gibi dahi bir liderin yönetiminde dört cephede birden savaşır. Çıplak ayak, yarım üniformalı, tüfeğinin kayışı ipten Mehmetçik ve yurdu canlarından aziz bilen subaylar, Batının şaşkın gözleri önünde, Anadolu'yu parçalamaya, paylarını almaya gelenlerin hepsini yenerler. Son kalıntı Yunanlıları da İzmir'e kadar kovalar, denize dökerler.
Tarihin akışı değişir.
Mudanya Mütareke Anlaşması ile Trakya Meriç'e kadar geri alınır. Lozan diplomasi Tarihinin en çetin ve başarılı örneğidir. 29 Ekim 1923'de Türkiye Büyük Millet Meclisi saat 20.30’da Cumhuriyeti ilan eder.
Gece şehirler top sesleri ile uyanır. Bunlar cumhuriyet toplarıdır.
Osmanlı devletinin külünden yeni bir devlet kurulmuştur.
Cumhuriyetin 600 yıllık Osmanlı Devleti’nden ve toplumundan devraldığı miras özetle şöyledir:
Gurur, ibret ve üzüntü verici sahnelerle dolu, renkli bir tarih,
Büyük bir mimari birikim, zengin bir şiir ve musiki alemi,
İlke olarak dine dayalı bir rejim,
Yorgun bir hanedan,
Yarı sömürge halinde, güçsüz bir devlet,
İdari, ekonomik, mali, hukuki kapitülasyonlar,
Halk yurttaş değil, kul,
İlkel bir tarım toplumu,
İflas etmiş bir maliye,
Büyük bir dış borç,
Hasta bir ekonomi,
Sıfır ağır sanayi,
Cılız bir küçük sanayi,
Kişi başına milli gelir 4 lira,
Kişi başına kamu harcaması 50 kuruş,
Elbise düğmesi bile ithal ediliyor,
Sıtma, frengi, verem, trahom yaygın,
0-2 yaş grubu çocuklarda ölüm oranı yüzde 60,
Sadece 337 doktor bulunuyordu,
Bütün imparatorlukta sadece 158 ortaokul ve lise, medrese uzantısı
bir tek üniversite var,
Anadolu çağdışı ilkel medreselerin elinde,
Tüm liselerde okuyan kız öğrenci sayısı 230,Bütün temel meslekler erkeklerin tekelinde,
Kadının seçme, seçilme hakkı yok, yani yurttaş sayılmıyor,
Kadınların toplumsal hayatları ve hakları yok,
Okur-yazar olma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4,
İstanbul ve kısmen de İzmir’le sınırlı, ölgün bir sanat hayatı,
Bütün Türkiye’deki gazetelerin toplam satışı ancak yüz bin dolayında,
Hemen hemen bütün yasalar çağın gereklerinin gerisinde,
Ülke birçok alanda ortaçağı, ortaçağ ilkelliğini yaşıyor.
İşte Cumhuriyetin devraldığı, bazılarının özlemini çektiği Osmanlı mirası budur, bu kadardır.
***
Cumhuriyetçiler bütün bu sorunları çözmek, engelleri kaldırmak, gelişmeyi sağlamak için kolları sıvarlar.
Türkiye, tam bir kurtuluş için, yüz bin sivil ve asker kayıp vererek kavuştuğu bağımsızlığı bir daha yitirmemek, bir daha ezilmemek, yenilmemek, milli egemenliği ve geleceği güven altına almak ve kalkınmak için yeni insanlardan kurulu, yeni bir toplum, yeni ve milli bir devlet yaratmalı, aklı özgürleştirmeli, dini desteklemeli ama çıkar için kullanılmamasını sağlamalıydı.
Yorulmadan, heyecanla çalışmaya koyulurlar.
Gepgenç kızlarımız öğretmen olarak katır sırtında dağ köylerine gideceklerdir.
Bütün devrimlerin amacı, aklı, fikri ve vicdanı hür, bilgili, görgülü, bilime ve sanata saygılı, hurafeden uzak, yurtsever, çağdaş, özgür ruhlu, yeni insanı yaratmaktır. Bütün devrimleri bu amacın ışığı altında yorumlamalıdır.
Batının objektif düşünürleri Milli Mücadele’yi ve onu izleyen Cumhuriyet dönemini, Türk Mucizesi diye adlandırıyorlar.
Bu saptamayı desteklemek için cumhuriyetin ilk 15 yılını, rahmetli Atatürk dönemini birkaç çizgi ile yansıtmak istiyorum.
Ana hedef çağdaş uygarlığa ulaşmak, onu paylaşmak, ona katkılarda bulunmaktır. Bütün insanlığın ister ister istemez paylaştığı, paylaşmak zorunda kaldığı bu evrensel uygarlığın özü, bilim (+teknoloji) ve sanattır. Artık çağı gözden kaçırmaya, geride kalmaya hakkımız yoktu.
Atatürk döneminde maddi kalkınma ile sosyal ve kültürel kalkınma birlikte yürütülür (Toplu kalkınma).
Bu 15 yılın ortalama kalkınma hızı %10’dur,
Sanayileşme hızı % 19'dur,
Demir-çelik sanayi ile savunma sanayii kurulmuştur,
Merkez Bankası altın ve döviz dolu,
Tek kuruş dış borç yok,
Osmanlı borcu anlaşmaya göre ödeniyor,
Kayseri’deki uçak fabrikasının yaptığı uçaklar göklerimizde uçmaya başlar,
İlk denizaltımızın yapımına girişilir,
Limanlar ve demiryolları millileştirilir,
4000 km demiryoluna, 3000 km yeni demiryolu eklenir,
Çağdaş yasalar yürürlüğe girer,
Kadının önündeki bütün maddi ve manevi engeller kaldırılır, Millet mektepleri, Halkevleri açılır (kısa bir süre sonra Köy Enstitüleri de açılacaktır),
Konservatuvar eğitime başlar,
Üniversite reformu gerçekleştirilir,
Demokrasinin ve çağdaşlığın zorunlu koşulu olan laiklik benimsenir,
Planlı kalkınmaya geçilir, Anadolu’nun uygun yerlerine büyük fabrikalar yapılır,
Eğitimde, sporda, sanatta önemli gelişimler elde edilir,
Salgın, yaygın hastalıklara çok büyük mücadele açılır, hepsi dizginlenir,
Bütün komşularla barışçıl ilişkiler kurulur.
Bu dönemde Batıdan bir kuruş yardım alınmamış, kimseye imtiyaz verilmemiştir.
Bunca başarı, Doğudaki isyana, dünya krizine, Türk-İtalyan gerginliğine, yeterli okur-yazar ve uzman bulunmamasına, araç-gereç azlığına, gelir yetersizliğine rağmen gerçekleştirilmiştir.
Bu gelişimlerin, başarıların her biri bir uygarlık destanıdır. Bu gelişime mucize demek abartı değil, gerçeğin hakkını vermektir.
Birer sadık, bilinçli ve mutlu cumhuriyetçi olarak yetiştirmek zorunda olduğumuz köylü, kasabalı ve şehirli çocuklarımıza, gençlerimize Milli Mücadele ile Cumhuriyetten oluşan Türk mucizesini çok iyi ve doğru anlatmayı başarmak zorundayız.
Bu her bilgili yurttaşın yurttaşlık görevidir


Alıntıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder